Kılıçdaroğlu Liberalizme Karşı Keynesçi Liberalizmi ve Sendikaların Güçlenmesini mi Savunuyor?

Avrupa Sosyalistlerinde 20.Yüyılda Klasik Liberalizm, Neo-liberalizm ve Neo-Muhafazakârlığın Birbirine Karıştırılması

Burjuva Siyasi Akımların 20. Yüzyıldaki Evrimi: 1970'lerde Neo-liberal Keynesçilikten, Neo-Muhafazakâr Liberalizme Geçiş

Cem Kızılçeç

Bu yazıda, 1970'lerde ortaya çıkan yeni kapitalist küreselleşme dalgası ve buna Neo-Muhafazakâr ekonomik ideolojinin verdiği destek görülüyor. Neo-Muhafazakâr ekonomik ideoloji ve muhafazakâr ekonomik reformlar aynı zamanda Neo-muhafazakar bir siyasi ideoloji ile destekleniyor. Bu Neo-Muhafazakâr akımlar 20 yıl boyunca (1975-1996) batıda egemen oluyor, Mali sermaye gücü Chantam House'dan destek alan İngiliz Thatcher 1979 da başa geliyor. Reagan 1981, Türkiye'de 24 Ocak, Özal ve 1980 darbesi…

Sovyetler'de 1980'lerin sonunda Yeltsin ve çevresi bu akımın etkisi altına giriyor. Özal bu akımın etkisinde. Erdal İnönü seçim kampanya sloganında bu akımı neoliberal (Şröder-Blair) üçüncü yol çerçevesinden eleştirdi, yani "Limon gibi sıkıldık" dedi. Ayrıca, bu yazıda Keynesçi ekonomi teorisi ve Keynesçi ekonomi ideolojisi Neo-liberalizmin bir versiyonu olarak görülüyor.

Batılı Marksistler Neo-Liberalizm kavramını klasik liberalizmin yeniden canlandırılması olarak görüyorlar. Bu yeniden canlandırma Neo-Liberalizm veya yeniden liberalizm olarak görülüyor. Fakat aslında neo liberalizm 20. yüzyılın başlarında klasik liberalizme alternatif olarak doğmuştu. Diğer bir deyişle Neo-Liberalizm ekonomiye devlet müdahalesini onaylıyordu. Öte yandan her burjuva ideolojide olduğu gibi ciddi çarpıtmalar söz konusudur. Çünkü tekelci kapitalizm çağında Batılı kapitalist ekonomilere devlet müdahalesi ABD dahil temel trend haline gelmiştir. Reagan ve Teatcher'in Neo-Muhafazakâr ideolojisi en fazla klasik liberal söylemler kullanmasına ve ekonomiye devlet müdahalesine karşı çıkmasına karşın, tüm özelleştirmelere karşın ekonomiye devlet müdahalesi tüm tekeller lehine olmak üzere azalmamış artmıştır.

20. yüzyıl insanlık tarihinde büyük değişimlerin yer aldığı bir çağ oldu. Liberalizm ve sosyal demokrat adını alan siyasi okullar, kendi içlerinde uzun bir gelişim sürecinin ardından, oldukça bütünlüklü teoriler geliştirdiler. Çeşitli ideolojilerin etkilerinden bahsetmek gerekirse, 1930'lar öncesi Batılı ülkeler genellikle laissez-faire, yani klasik liberal politikalarında ısrar etmekteydiler. Fakat 19. yüzyılın sonlarından itibaren 1929'daki büyük küresel ekonomik krizin patlak verişine kadar olan dönemde, ekonomik yapısal dönüşümler, tekelci büyük şirketlerin oluşumu ve gelişimi, ekonomik krizin yoğunlaşması, büyük işsizlik dalgalarının ortaya çıkması ve işçi grevlerindeki yükselişten dolayı, Neo-liberalizm adım adım laissezfaire, yani klasik teorinin yerini almaya başladı.

AKP döneminde özellikle AKP devlet iktidarına kumanda etmeye başladığı 2007-2010'lardan sonra "serbest piyasa" söylemi kullanılmasına karşın ekonomiye devlet müdahalesi azalmamış aksine artmıştır.

2016 yılında başlayan ekonomik kriz ile birlikte ekonomiye devlet müdahalesi çok daha geniş çaplı olarak artmıştır. Bu müdahale temel olarak orta burjuvaziyi, devlet tekellerini ve devlet bankalarını güçlendirme lehine kullanılmıştır. Bu nedenle bu müdahale işbirlikçi büyük burjuvazi safları içinde büyük huzursuzluğa yol açmıştır. Kılıçdaroğlu sol kanat seçmende var olan kafa karışıklığından yararlanarak sözüm ona "liberalizme" veya serbest pazar söylemine karşı bir popülist seçim söylemi kullanıyor, onun asıl hedefi TÜSİAD'ın sahte eleştirilerinde sözü edilen, "işçilere daha fazla refah payı verilmeli" söylemine destek vermektir. TÜSİAD'ın asıl amacı da devlet ve merkez bankası müdahalesinin işbirlikçi büyük burjuvazi lehine kullanılmasını sağlamaktır. Kılıçdaroğlu'ndan işçi sendikaların ekonomideki rolünü artırmasını veya ekonomiye halkın lehine müdahalesini beklemek büyük bir aymazlıktır.

ABD'de Biden'in lideri olduğu Demokrat parti, liberal parti olarak anılır, ABD siyasi literatüründe liberal kavramı sosyalist veya sol anlamında kullanılır. Hatta muhafazakârlar Demokrat Parti'ye komünist olarak damga vururlar. "İşçilere daha fazla refah payı verilmeli" ABD'deki Demokrat Parti liderlerinin söylemidir, aslında gerçekte ise en açık bir biçimde büyük burjuva tekeller lehine iş yaparlar. Büyük kapitalist kriz dönemlerinde ise işçilere bir miktar yatıştırma payı vererek onların devrimcileşmesini önlemeye çalışırlar. Batıda işçi sınıfının ekonomik çıkarlarına karşıtlık açısından muhafazakâr, liberaller veya demokratik sosyalist partiler (eski adları ile Sosyal demokrat) temel bir fark göstermez.

(1) 20. Yüzyılda Neo-liberalizmin büyük gelişimi

20. yüzyılın başlarında, İngiliz filozof Leonard Hobhouse (1864-1929), Green'in Neo-Liberal teorilerini daha da geliştirdi. Birey ve devlet arasındaki ilişkide, Leonard Hobhouse ekonomide devletin işlevlerine vurgu yapmaktaydı. Devlet bireylere ve benzer gruplara hem bazı haklar hem de kullanabilecekleri sorumluluklar vermişti, ancak yasaları adil biçimde uygulayabilmek için, devletin üstlendiği sorumlulukların ve güçlerin denetlenmesi veya gözetlenmesi zorunluydu. Hobhouse'un yeni liberalizmine göre, her türden özgürlük buna denk gelen bir denetime tabi olmak durumunda olmalıydı, bu nedenle özgürlük ve denetim arasında gerçekte bir çelişki yoktu. (Bkz. Leonard Hobhouse)

Bu bakış açısından hareketle, Hobhouse devletin ekonomik sorumluluklarını şöyle değerlendirdi: bir yandan devlet bireylerin üretim araçlarını elinde tutma ve onlara sahip olma olanakları yaratmalıydı, diğer yandan da her bir bireyin genel ortak varlıklarda bir pay sahibi olmasını güvence altına almalıydı.  Çıkardığı bir diğer sonuç da, devletin vatandaşlarına kendi geçimlerini sağlamaları için çalışma olanakları yaratması gerektiğiydi. Neo-liberalizmin bu teorileri insanlara, özgürlüğün devletin işlevlerinden kopuk bir özgürlük olmadığını hatırlatıyordu. Devlet sosyal ve ekonomik problemleri çözmemesi durumunda, liberal politik sistemlerin kurulma olanağı olmayacaktı.

Hobhouse ekonomik özgürlüğe devletin müdahalesinin gerekliliğini vurgulayarak, devlet ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine oldukça kapsamlı bir tartışma yürüttü. Ancak Hobhouse'un yeni liberalizmi klasik liberalizmin laissezfaire politikalarının verdiği zararlardan korunmak yönünde açıklayıcı hiç bir açıklama yapmıyor ve buna yönelik hiç bir etkin çözüm ortaya koymuyordu.

Neo-liberalizm İçinde Keynesçi Ekonomik Görüşlerin Yükselişi

1929'da küresel ekonomik krizin patlak vermesi tüm Batı dünyasını sarstı. Kapitalist sistem fırtına karşısında sallanıyordu. Tüm bunlar, sonunda pek çok Batılı insanın ve politikacının laissez-faire teori ve politikalarını daha fazla uygulayamayacaklarını kesin bir şekilde anlamalarına neden oldu. Birleşik Devletler başkanı Roosevelt büyük ölçekli devlet müdahalesi uygulamak için "New Deal" politikalarını hayata geçirdi. Bu yeni pratikler bir teorik yenilenme gerektiriyordu. 1934'de İngiliz ekonomist Keynes (1883-1946) ağırlıklı olarak New Deal politikaları üzerine konuşmak üzere Başkan Roosevelt'i ziyaret etti. Bundan itibaren Keynes'in teorileri Roosevelt'in politikaları için başlıca teorik referans haline gelmişti. Roosevelt ve Keynes 20. yüzyılda Neo-liberalizmin en önemli temsilcileri haline geldiler.

Keynes kapitalizmin ekonomik problemlerinin kaynağının, efektif gerçek sosyal meta talebine olan yetersizlik durumunda yattığı kanısındaydı. Bu efektif talep eksikliği, ekonomik krizin ve işsizliğin önemli bir nedeniydi; ekonomik kriz ve işsizliğin, devrimlere ve kapitalizmin sönümüne yol açma tehlikesi vardı.

Dolayısıyla Keynes kapitalizmin "rasyonel yönetilmesi " fikrini ortaya attı ve ekonomide de genişlemeci mali bütçeler hazırlanması gereği –devletin giderlerini arttırma, borçlu açık bütçeler ve kredi hacminin büyütülmesi– altyapı ve benzeri alanlarda büyük kamusal projelere girişmeyi ve işgücünün tam istihdamını sağlayacak ekonomik önlemler ve politikalar ileri sürdü. Keynes laissezfaire'ci liberallerin savunduğu kapitalist ekonominin kendini "otomatik olarak ayarlayabileceği ve kendisini böylece krizden kurtarabileceği fikri karşısında gülüp geçiyordu. Keynes modern ekonomik sistemin yıkımını önlemenin tek yolunun devlet müdahalesini hayata geçirmek olduğunu düşünüyordu. Keynesçilik teorik olarak Adam Smith'in "ekonomideki görünmez el" uygulamasının olumsuz etkilerinin eleştirisini yaptı, böylelikle de klasik liberalizmin hâkim pozisyonuna son verdi. Ancak Keynesçilik salt ekonomik bir teori olarak algılanamaz, çünkü bu dönemde hâkim sınıf, sadece "piyasaların kötü işlemesi" gibi ciddi bir ekonomik tehlikeyi değil, ama aynı zamanda kapitalizmin diğer alanlardaki çelişkilerini hafifletmek için de devletin geniş çaplı müdahalesinin yaratacağı politik etkileri dikkate almıştı. II. Dünya Savaşı sonrasında Keynesçilik Batılı ülkelerin genel politikası haline geldi.

Roosevelt Amerika'da sadece ekonomik alanda devlet müdahalesini uygulamakla kalmadı, Neo-liberalizmi politik alanda da geliştirdi. 1941 Ocak'ında Amerika Birleşik Devletleri'nin uluslararası faşizmin tehditleri ile karşı karşıya kaldığı bu kritik dönemde halkı faşizme karşı savaşa katılmaya ikna edebilmek için dört özgürlük fikrini ortaya attı: konuşma ve ifade özgürlüğü, herkesin Tanrıya kendi istediği biçimde ibadet edebilme özgürlüğü, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü, korkudan kurtulma özgürlüğü. Böylece Batı demokrasisinin tarihinde ilk kez Roosevelt demokrasinin sosyal alanlara yayılması anlamında, özgürlüğü insanların yaşamlarının güvenliğine ve devletin güvenliğine bağlamış oluyordu.

Neo-liberalizmin Keynesçi versiyonunun uygulanması sayesinde, İngiltere ve ABD'nin ekonomileri sadece krizin getirdiği çöküşten kurtulmadılar, aynı zamanda bu politika sayesinde II. Dünya Savaşı sonrasında ekonomilerini hızla geliştirdiler. Böylece Roosevelt ve Keynes Neo-liberalizmin içeriğini zenginleştirmiş ve onu yeni bir aşamaya taşımışlardı. Ardından Neo-liberalizm aşağı yukarı yarım yüzyıl boyunca kapitalizmi ekonomik krizlerin badirelerinden kurtarmayı, burjuva demokrasisini korumayı ve devlet aygıtını güçlendirmeyi amaçlayan hedef ve politikaları ile hüküm sürdü. Ama ardından yavaş yavaş pek çok sorun açığa çıkmaya başlıyordu. Devlet müdahalesinin kapsamı genişledikçe devlet kuruluşlarının sayısı ve harcamaları arttı fakat bunların etkinlikleri azaldı. Yine Sosyal refah devleti projeleri çoğaldığı için vergi oranları yükseltilmek zorunda kalınıyor, bu vergi artışları girişimcilerin yatırım heveslerine zarar verecek düzeylere geliyordu. Bu tıkanmaların yaşandığı aynı dönemde ekonomik krizler sık sık patlak vermeye başladı. Batılı devletler bu aksaklıkları kontrol altına almak için bazı önlemler aldılar ama çok az başarı elde edebildiler. Artık Keynesçilik işlememeye başlıyor ve Neo-liberalizm şiddetli biçimde eleştiriliyordu.

Yeni bir çelişkiyle karşı karşıya gelen burjuvazi, ideolojilerini ve teorilerini yeniden gözden geçirmek durumunda kaldı. İşte bu koşullar altında, devlet müdahalesine sınırlamalar getirilmesini öneren, geleneksel değer kavramına dönülmesine ve piyasadaki rekabet mekanizmasına vurgu yapan, vergilerin hafifletilmesi ve işletmelerin yönetim kademelerine daha fazla özgürlük verilmesini öneren yeni–muhafazakârlık akımı hızla yükseldi.

(2) Neo-Liberalizmin İnişe Geçmesi ve Neo-muhafazakârlığın egemen oluş sürecinde Liberalizm 

1970'lerin ve '80'lerin başlarında, Britanya ve ABD gibi Batılı ülkelerde şiddetli toplumsal ve ekonomik krizler görüldü. O dönemde, İngiltere'de Thatcher ve ABD'de Reagan ekibi bir biri ardına iktidarı aldılar. Kapitalizmin enerjisini ve gücünü canlandırmak için Thatcher ve Reagan hükümetleri, çok hırslı bir biçimde yeni muhafazakârlığı savunup uygulamaya koyuldular. Bu doğrultuda yeni siyasi ve ekonomik politikaları dinamik bir şekilde uyguladılar ve piyasa rekabetini yoğunlaştırmak, vergi indirimi, devlet müdahalesini azaltma, devlet yapısını küçültme ve toplumsal refahın kısıtlanması gibi bir takım sert önlem paketlerini benimsediler. Artık Neo-liberalizmin yönlendirici rolünün yerini Neo-muhafazakârlık almıştı.

20. yüzyılda Neo-Muhafazakârlığın en önemli temsilcileri Avusturyalı bilim adamı Mises (1881-1973), İngiliz-Avusturyalı bilim adamı Hayek (1889-1995) ve Amerika'daki Chicago Üniversitesinden ekonomi profesörü Friedman (1912- ) idi (Şikago okulu). Yeni- muhafazakârlık köken olarak Burke'ün muhafazakârlığına dayanır. Neo-Muhafazakârlık Burke'nin otoritelere saygı duyulması, hukuku, düzeni ve ahlakı sürdürme düşüncesini devralmıştı ama Neo-Muhafazakârlık devlet müdahalesine Burke gibi tümden karşı çıkmıyor devletin sınırlı ölçüde müdahalesini benimseyebiliyordu. Ayrıca Yeni-Muhafazakârlar klasik liberalizmin laissez-faire politikasının bakış açısını terk ederek Burke'den farklı bir konumu savunuyorlardı.

Mises'in Neo-muhafazakârlığının özü, kapitalizmin savunusuydu. Mises Liberalizmin amacını, kapitalizmin insanların hedeflerine ulaşmaları için tek uygun sistem olduğunu savunmak olarak yorumluyordu.

Kapitalist gelişme için gerek duyulan koşullar serbest rekabetteydi. Bu nedenle Mises "ulusal ve uluslararası pazarda serbest rekabeti uygulamayı" ateşli bir şekilde savunuyordu. Mises devlet müdahalelerinin ne uygulanabilir, ne de inandırıcı olduğu sonucuna varıyor ve aslında devletin gücünün sınırlı olduğunu düşünüyordu: Mises'in Liberalizmi devlet aygıtının sadece tek bir görevi olduğunu – kişisel güvenlik, kişisel özgürlük ve özel mülkiyetin korunması; herhangi bir şiddet eylemine ve saldırıya karşı konulması olduğunu düşünmekteydi. Yönetim faaliyetinin üstlenebileceği bu işlevler dışında yer alan her şey, suçtu.

Hayek ise kendi savunduğu ekonomik teorileri Avusturya okuluna bağlıyor ve politik felsefesinin kökenin ise Burke'de bulunabileceğini iddia ediyordu. Hayek 1944'de Kölelik Yolu adlı eserini yayınlamıştı. Bu kitapta özgürlüğün değerinin topluma kazandırdığı maddi ve manevi ilerlemede yattığını savundu; eğer birey özgür olmak istiyorsa, ona devlet iktidarından ve otoritesinden bağımsız bir alan açılmalıydı. Başka bir deyişle devlet erki sınırlanmalıydı. Mesela üretim araçları üzerinde devlet denetimi olmamalı ve devlet piyasaya müdahale etmemeliydi. Hayek, özel mülkiyetin sadece mülk sahiplerinin değil, proletaryanın özgürlüğünün de en önemli teminatı olduğunu savunuyordu. Sırf çok sayıda farklı aktör üretim araçlarını kontrol ettiği için, hiç birinin bizleri kontrol edecek kadar gücü olamazdı ve bunun sonucunda da bizler kendi bağımsız statümüzle ne yapmak istediğimize özgürce karar verebilirdik. Eğer tüm üretim araçları bir tek kişinin elinde olsaydı –kağıt üzerinde  bütün topluma ya da bir otokratik hanedana ait olup olmaması fark etmez – bu üretim araçlarını yönetme gücünü elinde tutanlar, bizi kontrol etme hakkını da tamamen elde etmiş olacaklardı.

Böylece Hayek planlı ekonominin ve ekonomiye devlet müdahalesinin totaliter rejimlere yol açacağını düşünüyordu. 

Hayek, diğer yandan da kendi liberalizm yorumunun dogmatik bir tarzda laissez-faire'ci bir tutumu önermediğini ileri sürüyor, rekabetçi sistemi etkinleştirmek için gerekli koşulları yaratmanın imkânsız olduğu bazı hallerde ekonomik faaliyetlere yol göstermek için başka yöntemlerin de benimsenebileceğini savunabiliyordu. Bazı hallerde rekabet kurallarına zorlayıcı müdahaleler yapılmasını, hatta gerekli hallerde devlet önlemlerini de kabul ediyordu Onun bu yaklaşımı, gerekli hallerde devlet müdahalesini tümden reddetmediğini göstermekteydi. 

Politik demokrasi ile ilgili sorunlarda Hayek demokrasinin bizzat kendisinin en yüksek politik hedef olduğunu savundu. Sadece iyi bir kamusal yönetim için değil, sivil toplumun ve özel yaşamın yüce amaçlarının korunup gerçekleştirilebilmesi için de demokrasi gerekliydi. Öte yandan, " dolayısıyla demokrasi aslında bir tür araçtır, iç güvenliğin ve kişisel özgürlüğün korunmasında pratik bir araçtır" diye yazıyordu. Hayek, aynı zamanda demokrasinin yanlış anlaşılabileceği, kötüye kullanılabileceği ve bu nedenle etkisini kaybedebileceği konusunda da uyarılarda bulunmaktaydı: Çok düzenli ve kontrollü bir hükümetin iktidarı altında ve aynı zamanda bununla birlikte dogmatik / köktenci bir çoğunluğun desteği ile ayakta duran bir hükümetin iktidarda olduğu koşullarda –böylesi bir demokraside– rejim en berbat otokrasi kadar gaddar bir çizgiye kayabilirdi. 

Friedman ise, Hayek'in devletin işlevleri ve etkileri üzerine düşüncelerini tamamladı. Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük  adlı  kitabında bu konularda pek çok hususu ele aldı ve tartıştı. Ben burada onun özellikle iki konudaki görüşüne odaklanmak istiyorum: ekonomik özgürlük ve siyasal özgürlük; devletin işlevinin kapsamı. Friedman, ekonomik özgürlük ile politik özgürlüğün birbirinden ayrılamayacağına inanmaktadır. Daha geniş anlamda ekonomik özgürlük, özgürlüğün sadece bir parçası, politik özgürlüğün vazgeçilmeyecek bir koşuluydu. Bir insan geçim yollarını bilmiyorsa siyasi özgürlüğü de hiç mi hiç elde edemezdi. Friedman ekonomik özgürlük kavramı ile esas olarak piyasa ekonomisini kastetmektedir ve insanların piyasaya öncelikle özgürlüğün dolaysız bileşeni olarak baktığını savunur.

Friedman'a göre, iktidarın merkezileştirilmesi özgürlüğe yönelik en büyük tehdididir ; piyasa ise zorlayıcı otoritenin dışarıda bırakılması için dayanacağımız bir güç kaynağı olabilir. Ekonomik güçler siyasal güçleri dizginlemede kullanılabilir, çünkü piyasa ekonomisi geniş bir çeşitliliğe izin verir. Tam da bir adamın kendisine bir kravat seçerken,  başka birçok kişinin kravatlarının renklerini görmesi gerekmediği gibi . Piyasada merkezileşmiş güç otoriteleri bulunmamaktadır. Burada, Friedman şu soruyu sorar: fakat hükümetin toplumsal özgürlüğü yok eden bir canavara dönüşmesini engellemek için ne yapılabilir? Friedman, birincil öncelikle hükümetin sorumluluklarının sınırlanması gerektiğini savunur ; bu sınırlar ise şöyledir : halka yurtiçinden ve yurtdışından gelen düşmanca haksızlıklar karşısında bir korunak sağlamak, hukuku ve düzeni korumak, özel şahıslar arasındaki sözleşmelerin uygulanmasının teminatı olmak ve rekabetçi piyasaları desteklemek ..

İkincisi devlet iktidarının uygulanması, âdemi merkeziyetçi olmalıydı; kentlerdeki yürütmenin etkisi eyaletlerdekinden ve eyaletlerdeki yürütme etkinliği de bütün ülkeninkinden daha fazla olmalıydı. Friedman'ın temel düşüncesi en iyi hükümetin, en dar idari yapıya sahip olan hükümet olduğuydu. Friedman'da mızrağın ucu, doğrudan Neo-liberalizmin devlet müdahaleciliğine yönelmişti. Neo-muhafazakârların Neo-liberallere giydirip eleştirdiği şapka onların şişkin ve geniş hükümet ve yönetim organlarından yana olduğu şeklinde bir görüş idi .

Reagan ve Thatcher hükümetlerinin Neo-muhafazakâr politikalar izlemelerinin sonucunda, piyasa ekonomisinin gelişmesi ve girişimcilerin şevkinin artmasında açık etki sağlanabiliyordu. Ancak bu hükümetler Keynesçiliğe karşı çıkarken, gerekli olan devlet müdahalelerine de çok fazla sınırlama koydular. Bu nedenle de Neo-Muhafazakâr politikalar birçok yeni sosyal, politik ve ekonomik problemlere yol açtı. Reagan hükümeti benzeri görülmemiş bir dış ve iç borçlanma rekoru kırdı. 

1989'daki ulusal borç GSYH (Gayri safi yurtiçi hâsılanın %37,3'üne, kişi başına ortalama 8,000 ABD dolarına, toplamda ise 1989,8 milyar ABD dolarına ulaşmıştı ve toplam borçlanma 1980'dekinin iki katından fazlaydı.

Amerika Birleşik Devletleri böylece dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi ve 1990'larda yeniden ekonomik durgunluk içine girdi. Aynı dönemde İngiltere'de işsizlik oranı yükseldi, işçi sendikalarına ağır darbeler vuruldu, toplumsal refah seviyesi kötüleşti, halk hoşnutsuzdu ve Muhafazakâr Parti kendi içinde bölündü. Ve 1990'da Thatcher istifaya zorlandı. Neo-muhafazakârlık kamuoyunda "kör piyasa köktenciliği" olarak eleştirilmeye başlandı. Bir yandan piyasa mekanizması ile devlet müdahalesi arasındaki ilişkide, öte yandan ekonomik etkinlik ile sosyal tarafsızlık arasındaki ilişkide adil bir "denge" kuramamıştı. Thatcher kendisine yönelik eleştirilerden şöyle bir sonuç çıkarıyordu: kapitalizmin gönenci için halk oldukça yüksek bir bedel ödemiş oldu. Fakat, Thatcher'e sosyal demokrat ve neoliberal cepheden yapılan eleştiriler oldukça etkiliydi: "güçsüz olanların limon gibi sıkılıp kenara itilmesine, yoksulların dayanaksız kalışına, sosyal değerlerin iflas etmesine yol açan baş suçlu, Thatcher döneminde geliştirilen değerler sistemi değil miydi?" Reagan da muhalifler tarafından yöneltilen suçlamalara karşı kendisinin 'zenginlerin başkanı' olduğu şeklinde cevap vermişti. Reagan çalışırken önemsiz, işsiz ya da yoksul olanları aklının ucundan bile geçirmemişti. Böylece yeni–muhafazakârlık da giderek etkinliğini kaybetti.

(3) Sosyal demokrasinin evrimi ve 1990'lar

Sosyal-Demokrat partilerin " sosyal demokrasi " stratejisi ise, vatandaşların geçimlik yaşamlarını sürdürmelerini sağlamayı, çalışma ve dinlenmeye dair temel haklarının verilmesini öne çıkarıyordu. Toplumsal etik, bireysellik, özgürlük, eşitlik ve tarafsızlık ilkeleri üzerinde ısrarla durmaktaydılar. Sosyal-Demokratların "Uluslararası demokrasisi" ise ülkeler ve uluslar arasındaki ilişkilerin demokrasi ve eşitlik ilkeleri temelinde yürütülmesini, küresel düzeyde kalıcı bir barışçıl uluslararası ortam yaratılması ve korunması düşüncelerini içeriyordu. Temel olarak, sosyal demokrasi yine de burjuva demokrasisinin perspektifinin dışına çıkamıyordu.

II. Dünya Savaşından önce iktidarı alabilen sadece az sayıda sosyal demokrat parti vardı. II. Dünya Savaşından sonra ise çok daha fazla sosyal demokrat parti iktidar partisi durumuna geldi. Bunların temel politikalarının diğer burjuva partilerinden çok önemli bir farkları yoktu, örneğin "refah devleti" hedefi ve Keynesçi politikaların uygulanmasına devam edilmesi gibi konularda burjuva partileri ile aynıydılar. 1970'lerde ve 80'lerde Neo-muhafazakârlık yükseliş halinde olduğunda, bu partilere ve bunların "sosyalist" teorilerine oldukça iğneleyici saldırılar yapılmaya başlandı. Bu dönemde hâlâ iktidar olan Sosyal-Demokrat partiler kendi çizgileri içinde bazı politik hatalar da yaptılar, çeşitli büyük rüşvet ve yolsuzluk olaylarına bulaşmalar ortaya çıkarıldı. Bu nedenle Sosyal-Demokratlar bir biri ardına iktidardan düştüler ve yerlerini Neo-muhafazakârlığı benimseyen partiler aldı. Ancak olayların gelişimi çoğu kez zikzaklı oldu. Muhalefetteki bazı sosyal demokrat partiler –mesela Almanya'da SPD– Üçüncü Yol gibi yeni teorilerle kendi çizgilerinde reform yaparak daha sonra yeniden iktidara gelebildiler.

"Üçüncü Yol" Teorisi'nin Ortaya Çıkışı

1990'lı yıllarda, uluslararası ölçekte "Üçüncü Yol" akımının yükseldiği tarihsel arka plan, oldukça karmaşıktı. Soğuk savaşın sona erişi, Sovyetler birliği ve Doğu Avrupa'daki büyük alt üst oluşlar ve ekonomik küreselleşme, dünya düzenini yeni bir değişime doğru zorlamaktaydı. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerin iç yapılarında meydana gelen yeni teknolojik devrimler ve ekonomik gelişme toplumsal sınıfların yapısında, ilişkilerinde ve ekonomide karmaşık değişimlere neden oldu. Batılı ülkelerce 1980'lerden beri benimsenen yeni–muhafazakârlık, geniş kitlelerde derin bir hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Bu nedenle 1990'larda yeni–muhafazakâr politikaları uygulayan hükümetler düştü ve bunların yerlerini sosyal demokratlar aldı. Geçmişteki çeşitli düşünce ve teoriler göz önünde bulundurulduğunda, Neo-Muhafazakâr, Neo-Liberal ya da sosyal demokrat akımların, düşünce ve pratiklerinin sınırları oldukça açığa çıkmıştı. İşte bu yeni iç ve uluslararası yeni koşullarda daha önceki başarısızlık ve tıkanıklardan çıkarılan dersler toparlandı ve yeni bir dizi politik teoriler ortaya atan bir eğilim olarak sosyal demokrasi içinden "Üçüncü Yol" doğdu.  1970'lerden bu yana, Amerika Birleşik Devletleri ve bazı diğer ülkeler kendilerini "demokratik ülkeler" olarak lanse etmek için çok uğraştılar ve ekonomik küreselleşme dalgasından ve ekonomik, askeri, kültürel güçlerinden faydalanarak kapitalist küreselleşme stratejisini sürdürdüler. Küresel hegemonyacılık stratejisini uygulamak için ABD, sözde insan hakları, demokrasi ve özgürlük bayraklarını salladı ve "insan hakları egemenlikten açık ara üstündür" ve "egemenliğin yerine insan haklarını geçirme" gibi "çeşitli kriz bölgelerine müdahaleci "yeni dış politika ilkeleri" ileri sürdü, diğer ülkelere baskı uyguladı ve insan hakları bahanesiyle diğer ülkelerin iç işlerine karıştı ve Ukrayna'da Gürcistan'da olduğu gibi Renkli devrimler kışkırttı.

Yorum Bırakınız

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir