renminbi

Çin'de 1980'lerden İtibaren Bölüşüm Sisteminde Yenileşme

Emek katkısına göre bölüşümün hakim konumda bulunduğu fakat diğer çeşitli bölüşüm yollarının bir arada bulunmasına izin veren bölüşüm sistemi

Çağdaş ekonomik faaliyetler, üretim, değişim, bölüşüm ve tüketim gibi 4 temel bileşenden oluşur. Bölüşüm ve bölüşüm ilişkileri, yalnızca üretim, değişim ve tüketim üzerinde güçlü bir etki yaratmaz, aynı zamanda bir yandan bütünsel ekonomik işleyişin dinamiklerini canlandırmada temel bir rol oynar, diğer yandan yaşadığımız toplumdaki toplumsal istikrarın sürdürülmesine yardımcı olur. Bölüşüm sistemi, toplumsal ekonomik temel sistemin önemli bir kısmıdır. Bölüşümün yapısını ve yöntemlerini belirleyen etkenler, bir yandan üretim araçlarının mülkiyeti, diğer yandan üretim araçlarının mülkiyetinin gerçekleşme biçimidir. Tersinden ifade edersek, bölüşümün yapısı ve bölüşüm yöntemi, üretim araçları üzerinde mülkiyeti ve bu mülkiyetin gerçekleşme biçimini yansıtır. Toplumda çok katmanlı bir mülkiyet yapısının varlığı, zorunlu olarak çok katmanlı bir bölüşüm yapısını gerektirecektir.

Çin'in reform ve dışa açılma sürecinde üstlenilen işlere baktığımızda yalnızca mülkiyet yapısında reformlar yapılmamıştır, aynı zamanda bölüşüm yapısı ve bölüşüm modelinde çeşitli reformlar yapılmıştır. Bugün ülkede yaşayan bireyler toplum tarafından üretilen toplam üründen yaptıkları emek katkısından bağımsız bir biçimde pay almamakta, sadece yaptıkları emek katkısı ölçüsünde pay almaktadırlar. Diğer deyişle gelirleri sergiledikleri performansa ve kattıklarına göre değişmektedir. Bugün artık bölüşümde diğer üretim faktörlerinin toplumsal üretime katkıları da göz önüne alınmakta ve meşru görülmektedir. Bu da dünyadaki diğer ekonomik modellerden farklı bir bölüşüm biçiminin oluşmasına yol açıyor. Kanımca bu bölüşüm biçimi Çin ekonomisinin hızla kalkınmasının ardındaki dürtülerden birisidir.

Emek Katkısına Göre Bölüşümün Hakim Konumda Bulunduğu Fakat Diğer Çeşitli Bölüşüm Yollarının Bir Arada Bulunmasına İzin Veren Bölüşüm Sistemi

Bir bakıma, Çin'in ekonomik sistem reformları, bölüşüm sistemindeki reformla başlamıştır diyebiliriz. İlk bakışta, Çin'de kırsal alanlardaki köylülere hane halkı sözleşmesi sorumluluk sisteminin getirilmesi, devlet mülkiyetindeki işletmelerin çalışmasında onlarla sözleşme ilişkisinin* uygulamaya sokulması, diğer yandan bireysel ve özel ticaret ve işletmeciliğe izin verilmeye başlanması gibi olgular ekonominin işleyiş mekanizmasında yapılan reformlar olarak görünmektedir. Oysa gerçekte bu olgular toplumdaki farklı çıkarların ve çıkar ilişkilerinin yeniden yapılandırılması anlamına geldiği için aslında bölüşüm mekanizmasının reforma tabi tutulması anlamına gelmektedir. Ne var ki, pek çok araştırmacı işin bu yanını incelemekten kaçınmıştır.

Bir yandan diğer bölüşüm yöntemlerine izin verilirken, bölüşümde hakim yapıyı üreticilerin emek katkısı temelinde gerçekleştirmek sosyalizmin ilk aşamasında üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine uygun olan bir bölüşüm sistemidir. Çin'de bu sistemin düşünsel ve pratik olarak ortaya çıkması ve benimsenmesi görece uzun bir zaman almıştır.

Çin'de 1956 yılında sosyalist sistem kurulduktan sonra, Marx ve Engels'in eserlerinde ele almış oldukları sosyalist bölüşüm ilkelerinden yola çıkılarak, tek boyutlu bir bölüşüm yöntemi benimsenmiş ve 6 kademeli bir ücret sistemine geçilmişti. Bu kademeler arasında görece oldukça az farklar bulunan bir ücret sistemiydi. Daha sonraki yıllarda ise ortaya çıkan çeşitli siyasi grupların tartışmaları ile bu duruma şiddetle karşı çıkılmış, pratikte uygulanan emek katkısına göre bölüşüm ilkesinin "burjuva hakkını" içerdiğinden hareket eden "sol" görünümlü anti-Marksist görüşlerle başlangıçta kurulan sistem uygulanamaz hale getirilmiştir. Başlangıçta kurulan sistemin yerine bireylerin gerçek emek katkısını ve yeteneklerini göz önünde bulundurmaksızın toplam üretimden eşit pay aldığı, "eşitlikçi" bir bölüşüm yöntemine geçilmiştir. Bu oluşum aslında Lenin'in küçük burjuva "eşitlikçilik" yanılgısı olarak eleştirdiği olgunun Çin'deki belirimi idi. Kuşkusuz bu olgu çalışanların çalışma coşkusuna büyük zarar veriyor, böylece genel olarak ülkedeki toplumsal üretici güçlerin gelişmesini engelliyordu.

1978 yılındaki On birinci Parti Merkez Komitesinin Üçüncü Oturumu'ndan sonra durum değişmeye başlamıştır, Deng Şiaoping, o günlerde bu sorunun üzerinde de durmuş ve tartışmıştı: "Gerçekleştirilen emek katkısına göre bölüşümde, bu sosyalist bölüşüm sisteminde ısrar etmeliyiz." Bir yandan toplumdaki insanlar arasında gelir eşitsizliğinin oluşmasını engellemeye çalışırken, bu sosyalist bölüşüm sistemini yerleştirmeliyiz, işçilerin coşkusunu harekete geçirebilecek ve üretici güçlerin gelişmesini teşvik edecek temel bölüşüm sistemi budur." "Halkın ortaklaşa refahını sağlamak şeklindeki temel ilkemizden uzaklaşmadan, bazı insanların ve bazı bölgelerin diğerlerinden önce zenginleşmesine izin vermemiz gerektiğini her zaman savundum. Ülkenin bazı bölgeleri diğerlerinden daha hızlı gelişecek, ardından diğer bölgelerin gelişmesini teşvik edecek bir dinamizm yaratabilecektir. Kanımca bu ortak refaha ulaşmada ve kalkınmanın hızlandırılmasında pratik bir yol olabilir." Bu günlerde Deng Şiaoping'in düşündüğü asıl şey, bir bölüm insanın bizzat kendi emek gücüne dayanarak zenginleşmesi, fakat diğer yandan kır ve kent emekçilerinin kuracakları bireysel özel işletmelerin teşvik edilmesi, ülkede    Bu yöntem, esas olarak emek içindir, ancak şehirli ve kırsal işçiler tarafından işletilen bireysel işletmelerin teşvik edilmesi, yabancı kökenli ve yerli özel işletmelere iş yapma izni verilmesiydi. Bir başka deyişle, emek katkısına bölüşüm hakim konumda kalırken, sermaye, teknoloji ve yönetim gibi faktörlere de katkıları ölçüsünde bölüşümden pay vermekti. Böylece emek katkısına bölüşüm hakim konumda kalırken çoğulcu bir bölüşüm sistemi bölüşüm yöntemleri uygulanmalıydı.

Çeşitli tarihsel faktörler ve daha önce denenmiş olan yöntemlerin başarı elde edememiş olması nedeniyle bu yeni düşünceler destek görmüş Çin'de bölüşüm sisteminin reforma tabi tutulması süreci uygulanmaya başlanmıştır. Örneğin devlet mülkiyetindeki işletmelerle ilgili bölüşüm siteminin reforma tabi tutulması beş aşama içinde gerçekleştirilmiştir.

Birinci aşamada, daha önceden de bir süre uygulanmış olan parça başı veya yapılan belirli bir iş üzerinden ücretlendirme sistemine geri dönüldü bunun sonucunda artık çalışanlar farklı ücretler almaya başlamıştı. İkincisi, artık işletmelere devlet tarafından verilen desteklerde eşitlikçi uygulama kaldırıldı, devletin verdiği destek işletmelerin elde ettikleri kârlara göre ayarlanmaya başlanmıştır.

Üçüncü uygulama, işletmelerde çalışan personel arasındaki bölüşüm uygulamaları reforma tabi tutuldu: Ücret ve yan ödemelerin çeşitlendirileceği bir biçimde yapısal ücret sistemi, kademeli ücret sistemi, işyerinde çalışılan bölümle bağlantılı ücretlendirme sistemi, iş becerisin göre ücret sistemi ve dalgalı (değişken) ücret ve yan ödemeler sistemi uygulamasına geçildi. 

Dördüncü uygulama, işyerleri bazında çalışanlarla kolektif ücret ve yan ödemeler sözleşmesi yapılması oldu.

Beşinci aşama, çağdaş işletme modeline geçiş ve buna uygun bir ücret bölüşüm sisteminin oluşturulmasıdır. Böylece ücret temelli çalışan tüm çalışanlarla ilgili bölüşüm sistemine çoğulcu bir nitelik kazandırılmış, hatta devlet daireleri ve devlet organlarında uygulanan bölüşüm sistemleri de yeniden düzenlenmiştir.

14. Kongre Raporu (1992)

Çin'deki reform ve dışa açılmadan bu yana yürütülen bölüşüm sistemleriyle ilgili deneyimleri özetleyen Çin Komünist Partisi'nin 14. Kongre Raporu şuna dikkat çekmişti: "bölüşüm sisteminde emek katkısına göre bölüşüm hakim olmalıdır. Ancak bu sistem bir yandan verimlilik, diğer yandan eşitlik göz önünde tutularak, diğer bölüşüm yöntemleriyle tamamlanmalıdır. Pazarın-düzenleyici rolü dahil olmak üzere diğer düzenleyici mekanizmalar da kullanılmalı, bazı insanların diğerlerinden daha önce zenginleşmesine izin verilmeli, verimlilik, teşvik edilmeli, kutuplaşmadan sakınılmak kaydıyla makul gelir farklılıklarına izin verilmeli ve adım adım tedricen ortak refaha ulaşılmalıdır."

Bu anlamda ÇKP'nin 13. Kongre Raporunda benimsenen görüşler daha da geliştirilmiştir. Örneğin "verimlilik ve adaletin birlikte göz önünde tutulması" düşüncesi ilk kez 14. Kongre Raporunda savunulmuştur. 14. Kongrenin ardından 1993'te 14. Merkez Komitesinin Üçüncü Tam Katılımlı Oturumu'nda onaylanan "Sosyalist Pazar Ekonomisinin Geliştirilmesiyle İlgili Sorunlar Üzerine ÇKP Merkez Komitesi Kararı" belgesi şu düşünceyi içermiştir: "Bireysel sermayeli şirketler gibi üretim faktörlerine bölüşümden pay alma izni verilmelidir." Yukarıdaki bütün bu görüşler ÇKP Kongresi'nde bir teorik atılım yapılabilmesi için sağlam bir temel oluşturmuştur.

1997 Eylül'ünde ÇKP'nin 15. Kongre Raporu'nda "bölüşüm yapısı ve bölüşüm yöntemlerinin geliştirilmesi" adlı bölümde şu görüşlere yer verilmiştir: "Diğer bölüşüm yöntemlerinin bulunduğu çeşitliliğe izin verirken hakim faktör olarak emek katkısına göre bölüşüm koruyan sistemimizde ısrar etmeliyiz. Emek katkısına göre bölüşüm ile üretim faktörlerine göre bölüşümü birleştirmeliyiz. Aynı zamanda eşitliği göz önünde tutan bir verimliliğe öncelik verilmesi kaynakların dağılımında optimizasyon çabamıza uygundur. Böylece hem ekonomik büyüme artacak, hem de toplumsal istikrar korunabilecektir." Kongre belgesi ayrıca şu hedefleri belirlemiştir: "Meşru, yasal yollardan kazanç elde etme çabaları korunmalı, dürüst emek harcayıp meşru biçimde iş gören bazı kişilerin diğerlerinden daha önce zenginleşmelerine izin verilmeli ve teşvik edilmelidir. Sermaye ve teknoloji gibi üretim faktörleri bölüşüme katılmasına izin verilmeli, meşru yollar dışı kazanç edinme çabaları yasaklanmalı ve kamu mallarının zimmete geçirilmesi, vergi kaçırma ve sahip olunan yönetici mevkilerin zenginleşme ve para sağlamak için kullanılması kararlılıkla cezalandırılmalıdır. Yüksek haksız kazançlar önlenmeli ve tekelcilik veya bazı özel koşullar sayesinde fazladan kişisel kazanç elde edilen uygulamalar düzeltilmelidir. Kişisel gelir vergisi sistemi iyileştirilmelidir. Ayrıca miras vergisi gibi yeni vergi kalemleri getirilmelidir. Halk içindeki gelir bölüşümü standartlaştırılmalı, gelir farklılıkları daha makul bir düzeye indirilmeli ve toplumsal kutuplaşma önlenmelidir."

15. Kongre Raporu ayrıca şunları önermiştir: "Devlet, işletmeler ve bireyler üçlüsü arasındaki bölüşüm ilişkileri doğru bir biçimde ele alınmalıdır, GSMH rakamı içinde mali gelirlerin payı adım adım arttırılmalıdır. Toplam bütçe gelirleri içinde merkezi hükümetin gelir yüzdesi adım adım artmalıdır. Devletin mali gelir ve mali harcamalar yapısı bir yandan hükümetin işlevlerinde yaptığımız değişikliğe, diğer yandan mülkiyet yapısında yaptığımız değişmeye uyum sağlayacak bir biçimde yeniden yapılandırılmalıdır. Ayrıca devlet gelirleri istikrarlı ve dengeli hale getirilmelidir."

Görüldüğü gibi burada savunulan bölüşüm teorileri sekiz önemli nokta içermektedir ve sosyalist toplumda bölüşümle ilgili Marksist teori Çin koşullarına göre zenginleştirilmiştir. Böylece ÇKP'nin 15. Kongresi'ni esas olarak emek katkısına göre bölüşümü ama aynı zamanda diğer değişik bölüşüm yöntemlerine izin veren bölüşüm sisteminin kurulması açısından bir simge olarak görebiliriz.

2002'deki ÇKP'nin 16. Kongresi, emek, sermaye, teknoloji ve yönetimi içeren üretim faktörlerinin katkıları oranında bölüşüme katılmaları politikasını daha da açıklığa kavuşturmuştur. Bu kongre ulusal zenginliğin yaratılması ile bölüşüm arasındaki güçlü bağı uygun bir biçimde açıklamıştır1.

Bu Kongre'nin raporu şuna dikkat çekmiştir: "Sosyalizmin ilk birincil aşamasındaki temel ekonomik sistemle uyumlu olabilecek yeni düşünceleri ve ticari mekanizmaları desteklemeliyiz. Aynı zamanda halkın çeşitli kesimlerinin çalışması ve başarı elde etmesi için yararlı bir toplumsal atmosfer yaratmalıyız. Emek, bilgi, teknoloji, yönetim ve sermaye gibi faktörlerin dinamizm kazanması teşvik edilmelidir, bu teşvikle birlikte toplumsal zenginliği arttıran bütün kanallar açılmış olacak, halkın bu durumdan yararlanması mümkün olacaktır."  "Bütün meşru yoldan elde edilen gelir biçimleri, emek yoluyla ya da başka faktörlerin kullanılmış olup olmamasına bakılmaksızın korunmalıdır."

İlerdeki yıllarda 16. Merkez Komitesi'nin Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Oturumları Çin'de uygulanan bölüşüm teorisini daha da zenginleştirmiş ve ülkenin temel bölüşüm sistemini geliştirmiştir.

6.2 Emek Katkısına Göre Bölüşüm ile Diğer Üretim Faktörlerine Göre Bölüşümün Birleştirilmesi

Emek katkısına göre bölüşümün hakim olduğu ve değişik bölüşüm yöntemlerine izin verilen bu yeni sistemin (temel bölüşüm sisteminin) doğru kavranabilmesi için emek katkısına göre bölüşüm ile diğer üretim faktörlerine göre bölüşümün nasıl birleştirilebileceğinin doğru bir biçimde kavranması gerekmektedir. Aşağıda bu sorun incelenecektir.

6.2.1 Emek değer teorisi ve toplumsal zenginliğin kaynağına ilişkin teoriler üzerine derinleşme çabası

Teoriler pratiğimize yön vermelidir. Ülkede yeni bölüşüm sisteminin kurulması pratik sürecinde emek değer teorisi ve toplumsal zenginliğin kaynağına ilişkin anlayışımız daha da derinleşmiştir.

Değer teorisi ve toplumsal zenginliğin yaratılması üzerine düşünceler

Toplumsal zenginliğin bölüşümü, toplumsal zenginliğin yaratılması ile yakından bağlantılıdır. Temelde Marksist değer teorisi, toplumsal zenginliğin artışı ile onun adil dağılımı arasındaki ilişkileri kapsamlı bir biçimde analiz etmekte, toplumsal zenginliğin kaynağı ile değer arasındaki iç bütünlüğü ortaya koymaktadır. Marx'ın emek değer teorisi, toplumsal zenginliğin yapısını anlamamızı sağlamakta ve değerin kaynağını bilimsel olarak ortaya koymaktadır. Bu anlamda Marksist değer teorisi, toplumsal zenginliğin yaratılması ve arttırılması ile ilgili bir dizi bilimsel teori ortaya atmıştır.

Marx'ın Emek Değer Teorisi

Merkezinde değerin nasıl yaratıldığı sorusu olan Marx'ın emek değer teorisi üzerine bilim insanları arasında her zaman önemli tartışmalar olagelmiştir. Bazı bilim insanları üretim faktörlerinin değeri yarattığını öne sürerek Marx'ın emek değer teorisini reddetmiş, buna karşılık üretim maliyetleri teorisini savunmuşlardır. Bir başka grup ise değeri bilgi ve teknolojinin yarattığını savunmuştur. Üçüncü bir görüş ise değeri makinelerin yarattığını ileri sürmüştür. Ayrıca değere faydanın neden olduğunu düşünen iktisatçılar da bulunmaktadır. Bunlara göre değişimin ortaya çıkabilmesi için değişime katılan iki özne açısından da bir mutabakat olmalı bunlar alışveriş yaptıkları malların aynı faydaya sahip olduğuna inanmalıdırlar. Kanımca bu görüşler, değerin bilimsel anlamını, dolayısıyla da toplumsal zenginliğin yaratılması sürecinin doğasını rasyonel ve makul bir biçimde açıklayamamaktadırlar.

Marx'ın emek değer teorisi öncelikle toplumsal zenginliğin yaratılmasında emeğin belirleyici konumunu savunmuştur. Somut emek—toplumsal zenginliğin yaratılması sürecinde—işlediği nesnelerin (üretim malzemelerinin) değerini dönüştürmekte ve böylece üretilen metanın kullanım değerini yaratmış olmaktadır, diğer yandan Marx'a göre soyut emek yeni değeri yaratmaktadır. Böylece Marx, düşünce tarihinde ilk kez, emeğin ikili karakteri teorisini ortaya koyan figürdür. Bu anlamda Marx, ilk öncelikle genel insan emeğini değil, belirli bir tarihsellik içinde özel insan emeğini, meta üreten emeği incelemiştir. Bu nedenle meta üreten emek, somut ve soyut emeğin ve özel ve toplumsal emeğin birliğidir (karşıtların birliği).

Bu temelde Marx'ın emek değer teorisi emeğin, diğer üretim faktörlerinden (sermaye, teknoloji, yönetim bilgisi) neden ve nasıl farklı bir role sahip olduğunu, yalnızca insan emeğinin toplumsal zenginliğin yaratılması için birincil önemde bir saik olabileceğini bilimsel olarak açıklamıştır. Üreticiler emeği üretim araçları (aletleri) vasıtasıyla uygulamakta, üretim malzemeleri (hammaddeler) üzerinde değişiklikler gerçekleştirmekte, ve toplumsal zenginliği oluşturan/yaratan yeni ürünler üretmektedirler. İnsan emeği olmaksızın doğal koşullar içinde bulunan malzeme ve hammaddelerin toplumsal zenginlik biçimine dönüşmesi asla düşünülemez.

Emek değer teorisi, aynı zamanda toplumsal zenginliğin artışındaki iç dürtüyü de ortaya sermektedir. Marx'ın teorisine göre emek karmaşık emek ve basit emek biçiminde olabilir ve işçilerin bilgi ve becerilerinin geliştirilmesi toplumsal zenginliğin artışında önemli bir güdü oluşturmaktadır. Marx'a göre yalnızca bilimsel bilgiye sahip ve görece ileri yeteneklere sahip işçiler emek üretici güçlerin artışında ve toplumsal zenginliğin geliştirilmesinde temel itici güç rolünü oynamaktadırlar.

Günümüzün Bilgi İşlem çağında bilgi ekonomisi, insanlığın toplumsal ve ekonomik gelişmesinin temel yapısı haline gelmiştir ve Marx'ın yukarıdaki değer teorisi bilgi ekonomisi koşullarına da açıklama getirebilmektedir. Bugün Çin, sosyalizmin ilk aşamasında bulunduğu için üretici güçlerin artışı ve toplumsal zenginliğin büyük ölçüde yükseltilmesi önümüzdeki önemli bir görevdir. Emek değer teorisine göre işçilerin niteliğini sürekli olarak yükseltmeye ve ekonomiyi geliştirme yoluyla daha fazla toplumsal zenginlik yaratmaya, aynı zamanda teknolojik ve bilimsel ilerlemeleri hızlandırmaya büyük dikkat gösterilmesi gerekmektedir. Ancak bu yolla toplumun uyumlu bir biçimde gelişmesi ve toplumdaki tüm bireylerin çok yönlü ve bütünsel gelişmesi için zengin ve sağlam bir maddi temel sağlanmış olabilecektir.

Marx'ın emek değer teorisi, aynı zamanda farklı niteliklere sahip emek türlerinin katkılarını da analiz etmektedir. Marx'a göre, bir yandan, bütün emek türleri özdeştir veya soyut emek olarak—emek gücünün biyolojik tüketiminin bir biçimidir—ve metanın değerini oluştururlar. Öte yandan, bütün farklı emek türleri, somut ve kullanım/fayda sağlayan emek türleri olarak, insanın emek gücünün özel ve belirli/amaçlı biçimlerde harcanmasıdır, böylece somut emek kullanım değerleri üretmektedir. Marx'ın basit emek ve karmaşık emek analizi biçiminde getirdiği görüşe göre karmaşık emek basit emeğin çeşitli katları olarak hesaplanabilecektir ve bu anlamda karmaşık emek bölüşümde daha fazla pay almayı hak edecektir. Kanımca günümüzün çağdaş ekonomisinde karmaşık emek üretici güçlerin gelişmesinde ve teknolojinin ilerlemesinde temel rol oynamaktadır. Bu anlamda Marx'ın emek değer teorisi bugünü de rahatlıkla açıklayabilmektedir.

Marx'ın emek değer teorisine göre üretim faktörlerinin katkısına göre bölüşüm de bilimseldir. Onun teorisinde aynı zamanda bu alanda da açılımlar bulunmaktadır. Buna göre kullanım değerinin ya da bir metanın "faydasının" toplumsal zenginliğin yaratılmasında vazgeçilmez bir faktör olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, bütün üretim faktörlerinin—kullanım değerinin yaratıcıları ve taşıyıcıları olarak—değerin yaratılmasına katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bölüşümde diğer üretim faktörlerinin katkısını göz önünde tutmamız ve onların da katkılarına göre bölüşümden pay almasına izin vermemiz gerekmektedir.

Emek değer teorisiyle ilgili daha ileri düşünsel açılımlar

Marx'ın emek değer teorisi, toplumsal zenginliğin temel niteliklerini açıklığa kavuşturmuştur. Böylece toplumsal zenginliklerin üretilmesi ve bölüşüm sorunlarını daha net bir biçimde tartışmamız olanaklı bulunmaktadır. Diğer yandan sosyalist pazar ekonomisinin yeni koşulları her geçen gün önümüze yeni sorunlar çıkarmakta, değer teorisini zenginleştirmemiz vazgeçilmez hale gelmektedir.  

A. Maddi Üretim Emeği ve Maddi Olmayan Üretim Emeği

Yaşadığı çağın sınırlılıkları nedeniyle Marx, yalnızca maddi üretim yapan emeğin değer yarattığını ve maddi olmayan üretimi gerçekleştiren emek türlerinin değer yaratmadığını savunmuştur. Mesela ders vermek, veya dergi editörlüğü işi yapmak gibi. Marx maddi olmayan üretim yapan emek tarafından yaratılan değerin, aslında maddi üretim yapan emeğin yaratmış olduğu değerden geldiğini savunmuştur. Marx maddi olmayan üretim yapan emek sürecinde değer üretilmediğini, yalnızca bunu üreten insanlara sadece toplumsal bölüşümden belirli bir pay verildiğini düşünmüştü. Birçok bilim insanı, mevcut yeni ekonomik koşulları yeniden inceleyerek emeği yalnızca maddi mallar üreten emek süreci olarak tanımlamanın bugünkü gerçekliğin kavranmasını sınırlandırdığını savunmaya başlamıştır. Bilim ve teknolojinin yaygınlaşması ve çeşitli önemli toplumsal ilerlemelerle birlikte maddi malların üretimine doğrudan katılan emekçinin sayısının giderek azaldığı görülmektedir. Oysa büyük miktarda emekçi 'üretken olmayan' emek sektörlerinde çalışmaktadır. Çoğu ülkelerde toplumsal zenginliğin üretilmesinde ve büyütülmesinde, üretken emeğin katkısı azalmıştır.

Aynı zamanda üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte üretim maliyetleri giderek daha yüksek düzeylere ulaşmıştır. Üretilen ürünlerde üretken olmayan emek faktörlerinin girdi payı giderek büyümüştür. Toplumsal üretici güçlerin ileri düzeyde gelişmesiyle birlikte, bugün yalnızca maddi (ürünler) değerler yaratan emek değil, aynı zamanda maddi-olmayan (ürünler) değer yaratan emek de, emek kategorisi içinde sınıflandırılmalıdır. Bilgi ekonomisi çağında özellikle bilim insanları ve çeşitli şirket yöneticileri tarafından yapılan zihinsel emek faaliyetleri de değer yaratan emek süreci olarak kabul edilmeli ve saygı görmelidir.

Yalnızca maddi ürünler üreten emeğin değer yarattığının düşünülmesi halinde, kaçınılmaz olarak toplumsal ekonominin gelişmesi ile birlikte toplumsal zenginliğin artmak yerine azaldığı toplumsal zenginliğin değerinin de artmak yerine azaldığı gibi bir sonuca varılacaktır. Doğal olarak bu yaklaşım Marx'ın emek değer teorisi ile de çelişecektir. Dolayısıyla, zamanla gelişen yeni durumları ve üretici güçlerin ileri düzeyde gelişmesi ile birlikte emeğin -emek sürecinin- anlamı/tanımı ile ilgili daha derin bir kavrayışa ulaşmamız ve toplumsal zenginliğin yaratılmasında emekçiler tarafından yapılan katkıyı daha net bir biçimde tanımlamamız gerekmiştir.

Günümüzdeki ekonomik büyüme, teknolojik ilerlemelere ve bilginin gelişmesine dayanmaktadır. Diğer yandan teknolojik yenilikler ve çağdaş teknoloji her ikisi de karmaşık emeğin örgütlü biçimlerinin örnekleridir. Bunlar aynı zamanda ekonomik büyümenin hızlı bir biçimde gelişmesinin itici güçleridirler. Karmaşık emeğin bir biçimi olan bilimsel araştırma ve geliştirme faaliyetleri, ekonomik büyümenin temelinde yer almaktadır. Bilimsel teoriler, teknolojik yenileşmelerin kaynağıdır ve bilimsel alanda gerçekleştirilen tüm atılımlar teknolojik yenileşmede yeni bir yükselişe neden olmaktadır. İnsanların en yeni teknolojileri kullanabilir hale gelmesi ve yüksek teknolojilerin kullanımı, geleneksel sanayinin teknolojisini dönüştürmüş ve onu yeni bir aşamaya çıkartmıştır böylece yaratılan toplumsal zenginlikler olağanüstü ölçüde büyümüştür. Bu bilimsel ve teknolojik yenileşmeler sayesinde yüksek teknolojiye dayalı yeni bir üretim tarzı ortaya çıkmıştır. En hızlı ekonomik gelişmeyi sağlayan ülkelerin, en büyük yenileşme kapasitesine sahip olanlar olduğu kanıtlanmıştır.

ABD, 1980'lerin ortalarından bu yana yüksek teknolojili işletmelerin sayısında bir artış yaşamıştır. Bu ülkede yeni ortaya çıkan bilgi işleme dayalı sanayiler ve şirketler çoğalmıştır, böylece hem sanayinin yapısı hem de ekonomik yapıda büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. Yüksek teknolojiye dayalı yeni sektörler ekonomisinin itici gücü olan sektörler haline gelmiştir. Böylece yüksek teknolojinin gelişmesi, 1990'lardan 2000'lerin başına kadar -15 yıl boyunca- Amerikan ekonomisinin istikrarlı ve hızlı büyümesinin asıl motor gücü haline gelmiştir.

Yeni yüksek teknolojilerin bilgisine sahip yetenekli insanlara sahip olunması, toplumsal zenginliğin artışı bakımından zorunlu hale gelmiştir. Böylece teknoloji, üretici güçlerin gelişmesinde belirleyici öğe haline gelmiştir. Günümüzün yüksek teknolojiye dayalı sanayilerinde teknoloji ve insan kaynaklarının yüksek nitelikte oluşu belirleyicidir. Bilgi yoğun karmaşık emek, toplumsal zenginliklerin yaratılmasında giderek daha fazla rol oynamaktadır. Çin, reform ve dış dünyaya açılma ile birlikte teknik-teknolojik faktörlerin toplumsal zenginliklerin yaratılmasına katkısını kabul eden bir bölüşüm sistemi oluşturmuş, karşılığında bu yeni sistem de teknolojik yenilenme ve ilerlemeyi büyük ölçüde teşvik etmiştir.

B. Pazardaki Alışverişin Toplumsal Zenginliklerin Yaratılmasına Katkısı

Marx "Kapital"i yazdığında kapitalizm henüz gelişmesinin ilk başlangıç aşamasındaydı.  Bu nedenle Marx, emek değer teorisiyle ilgili araştırması sırasında üretken emek sürecini meta üretimi perspektifinden açıklamış ve analiz etmişti. Marx hizmetler ve ticaret sektörünün oynadığı rolleri dikkate almış olmasına karşın o dönemde, bu alanlar fazla gelişkin değildi ve genel olarak ekonomi üzerindeki etkileri günümüze kıyasla çok azdı. Ayrıca pazarların çeşitlenmesi, uzmanlaşması ve pazarların derinleşmesi yeterince gelişkin değildi. Hizmet işleri ticareti (alışverişi) ile ilgili olarak Marx şu ifadeleri kullanmıştı: "Kapitalist üretimin bu alandaki tüm görünümlerini toplam üretim hacmi ile kıyasladığımızda bu hiçbir şeydir ve dolayısıyla ihmal edilebilir." Oysa kanımca bugün durum çok farklıdır.

Pazar ekonomisinin gelişme tarihine baktığımızda üretici güçlerin gelişmesi ve artması ile birlikte, toplumsal zenginliklerin artışı büyük ölçüde toplumsal işbölümünün ve ticaret sektörünün genişlemesine bağlı olmuştur, diğer deyişle pazarların çeşitlenmesi ve derinleşmesi çok önemli bir rol oynamıştır.  Bir ülkede daha gelişkin bir pazar ekonomisine sahip olunması doğrudan maddi üretim sektörlerinde çalışan emekçilerin yüzdesini düşürmekte, hizmet üreten ve ticaret hizmetleri veren sektörlerde çalışanlar artmaktadır.

Dolayısıyla günümüzde toplumsal zenginliğin yaratılmasında pazarlardaki değişimin-ticaretin- rolünü yeniden değerlendirerek daha önce savunmuş olduğumuz üretken emek kavrayışındaki yetmezlikleri düzeltmek durumunda kalmış bulunuyoruz. Böylece Marksist emek değer teorisini bilgi ekonomisi çağına ve sosyalist pazar ekonomisinin gelişme gereksinimlerine uygun hale getirmek büyük önem kazanmıştır.

C. Karmaşık Emek ve Toplumsal Zenginliğin Yaratılması

Marx'ın emek değer teorisi ile ilgili orijinal açıklamalarına baktığımızda, bilimsel araştırma ile ilgili emek faaliyeti, manevi entelektüel ürünler (bir sinema filmi vb.) üreten emek, hizmet emeği veya üretimin yönetimi ya da şirketle ilgili yönetim işleri yapan emek değer yaratmamaktadır. Çünkü Marx'a göre bu emekler maddi ürün yaratmamaktadırlar. Dolayısıyla yukarıdaki türden karmaşık emek süreçlerini klasik Marksist değer teorisi ile incelemek bilimsel sonuçlar vermeyecektir. Aslında Marx bilim ve teknolojinin oynayacağı önemli rolü görmüş ve buna dikkat çekmişti, ekonominin gelişmesinde bilim ve teknolojinin büyük bir itici güç olduğun u kabul ediyordu. Ne var ki, Marx'ın yaşadığı dönemde bilgi, bilim ve teknoloji henüz yeterince ve doğrudan etkili olamamaktaydı. Ekonomi ve sanayide zihinsel-entelektüel emek girdileri ve bilginin katkısı henüz oldukça zayıftı. Ekonomi ve sanayide emeğin temel biçimi esas olarak fiziksel güce dayalı olan emek zamanı ile ölçülen basit emekti. Dolayısıyla Marx, bilim ve teknolojiyi toplumsal zenginliğin yaratılmasına katkıda bulunan bağımsız bir faktör olarak sistematik bir biçimde ortaya koyup tanımlayamamıştır.

Yönetim faaliyeti emeği faktörüne gelince: Marx'ın çeşitli yazılarında iş yönetiminin önemi ile ilgili önemli vurgular görebiliyoruz. Buna karşın onun yaşadığı koşullarda sermayenin yönetimi ile ilgili faaliyetler henüz oldukça basitti. Üretim yönlendirme ve iş yönetim emeği henüz az gelişkin bir konumdaydı. Üretim yönlendirme ve iş yönetimi, esas olarak kapitalistlerin kendilerinin bizzat üstlendiği işlevlerdi. Kapitalistler bu süreçte işçileri doğrudan sömürüyorlardı. Dolayısıyla Marx, üretim yönlendirme ve iş yönetimi emeğini bağımsız ve değer yaratan bir emek türü olarak ele almamıştır. Üretici güçlerin, işbölümü ve üretimin toplumsallaşmasının gelişmesiyle birlikte, bugünkü ekonomik yapıda artık sermaye sahipleri doğrudan işlemleri yapan ve yürüten konumda bulunmuyorlar aksine büyük şirketlerin yöneticileri sermaye sahipleri değildir. Bununla birlikte yönetim emeği faaliyeti ekonomik büyüme ve toplumsal zenginliğin yaratılmasında en önemli itici güçlerden biri durumuna gelmiştir. Ayrıca, günümüz ekonomisinde yönetim emeği gün geçtikçe daha zor ve karmaşık bir emek süreci hale gelmektedir. İşletmelerin başarısında yöneticilerin kalitesi çok önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Dolayısıyla bugün geniş sayıda seçkin ve girişimci işletme yöneticilerinin yetiştirilmesi, sosyalist pazar ekonomisinin geliştirilmesi bakımından önemli bir hedef olmalıdır. Kısacası, günümüzün ekonomik koşullarında Marx'ın emek değer teorisini daha da geliştirmek ve bu teorinin perspektifini geliştiren yaklaşımlar Çin'deki sosyalist bölüşüm teorisinin geliştirilmesi açısından büyük bir pratik öneme sahip olmuştur.

Kapitalizmin ilk dönemlerinin sermaye birikim aşamasında ya da bir başka deyişle kapitalizmin erken dönemlerinde kapitalistler ile işçiler arasındaki çelişme ve çatışmaların fazlasıyla keskin olduğu açıktır. Dolayısıyla, Marksizmin kurucuları bu koşullarda emek değer teorisi ve artı değer teorisini oluştururken kapitalizmin sömürücü doğasını açığa çıkarmaya büyük önem vermişlerdi. Onlar bu teorilerle, yalnızca kapitalist toplumu değil, aynı zamanda toplumdaki bütün Pazar/değişim sistemini ya da meta ekonomisi sistemini yadsımayı ve eleştirmeyi düşünmüşlerdi. 

Marx, meta ekonomisi sisteminde büyük sorunlar olduğuna inanıyor ve pazar/değişim mekanizmasına kapitalizmin birçok problemlerinin kaynağı olduğunu düşünüyordu. Marx bu perspektiften yola çıkarak kapitalist toplum ortadan kalktığında meta ekonomisinin de ortadan kalkacağını ileri sürmüştü. Toplumsal zenginliklerin yaratılmasında emekçilerin oynadığı önemli role öncelik veren Marx, proletarya devrimine teorik destek sağlamak amacıyla emek değer teorisi ve artı değer teorisini inşa etmeye büyük zaman ve emek harcamıştı. Bu anlamda Marx'ın teorilerini daha çok gerçekliğin eleştirisi olarak düşünebilir ve onun "devrimci ve eleştirel" niteliğe sahip olan emek değer teorisinin, Marksist iktisat teorisinin merkezinde yer aldığını söyleyebiliriz. Marx'ın bu teorisine göre geleceğin toplumunda insanlar metaların değişimiyle ilgili bugün söz konusu olan bütün problemleri yalnızca, basitçe bir ekonomik planlama sistemi ile çözebileceklerdi. Bu planlı sistemde "değer" herhangi bir rol oynamayacaktı.

Oysa sosyalizmin başlangıç aşamasında çoklu mülkiyet (karma) biçimlerinin varlığı nedeniyle, toplumda var olan üretim faktörleri farklı sahiplere (mülkiyet sahiplerine) sahip olmakta, toplumsal zenginliklerin oluşmasına katkı sadece emek faaliyetinin katkısından ibaret kalmamaktadır. Tersine, değerlerin ve toplumsal zenginliğin yaratılmasında bütün üretim faktörlerinin önemli katkısı olabilmektedir. Bu nedenle bu koşullarda bir yandan meşru yollardan emek faaliyeti sonucu elde edilen bütün gelirler, diğer yandan emek faaliyeti dışında kalan bütün meşru gelir elde etme biçimlerini korumamız gerekmektedir. Bu anlamda girişimci bireyleri yeni işler kurup, işletmeleri için teşvik etmemiz ve onların mülkiyet haklarını korumamız uygun bir yaklaşımdır.

Özetle yönetim faaliyeti emeği, toplumsal zenginliğin yaratılması bakımından önemli bir faktördür. Üretimin örgütlenme biçimleri gün geçtikçe daha fazla gelişip, karmaşıklaştıkça, yönetim emeği toplumsal zenginliğin arttırılmasında daha büyük önem kazanmıştır. Teknolojinin ilerlemesi ve bilgi birikiminin giderek çoğalmasıyla birlikte girişimci yöneticiler tabakası, üretim sürecinin yönlendirilmesi, yürütülmesi ve işlerin yönetimi konularında kararların verilmesinde kilit roller oynayan önemli bir insan sermayesi kaynağı durumuna gelmiştir. Böylece teknik ve işletme yöneticilerini toplumsal zenginliğin yaratıcıları olarak görebiliriz ve bugün bütün ülkeler bu tür yöneticiler için yüksek gelir sağlama politikaları uygulamaktadırlar. Eğer bu yönetici grubun yaratmış oldukları değeri görmezden geldiğimiz ya da küçümsediğimiz takdirde işletmelerimizin diğer işletmelerle rekabet gücü zayıflayacak çalışmalarında verimlilik düşecektir.

Çin'de pazar ekonomisine geçiş ile birlikte, hükümetler üretim faktörlerine göre bölüşüm ile daha önce var olan geleneksel sosyalist bölüşüm sistemleriyle birleştirme çabasına girişmiştir. Bu anlamda devlet işletmelerinde çalışan idari yöneticiler, mühendis ve teknisyenlerin ücretleri arttırılmış, yıllık ücret sistemi uygulamasına geçilmiş, bunların yanı sıra işletmelerdeki önemli teknisyenler, teknik kadrolar ve yöneticilere tercihli fiyatlarla hisse senedi satma uygulanması gibi işlemler başlatılmıştır. Bütün bu tedbirler yönetim ve teknik emekçilerinin çalışma coşkusunu büyük oranda arttırmış ve toplumsal zenginleşmeye katkıda bulunmuştur.

6.2.2 Emek Katkısına Göre Bölüşümün Başat Konumu ve Gerçekleşme Biçiminde Yapılan Yenilikler

Yukarıda belirtildiği gibi toplumsal zenginliklerin artışının esas kaynağı emektir. Öte yandan sermaye, teknoloji ve yönetim gibi diğer üretim faktörleri de toplumsal zenginliğin yaratılmasında vazgeçilmez öğelerdir. Ancak bu faktörlerin toplumsal zenginliğe dönüşebilmesi için emek belirleyici etkendir. Bu anlamda emek en başlıca kaynaktır. Dolayısıyla sosyalist toplum, sosyalizmin temel karakteristiklerini yansıtan emek katkısına göre bölüşüm ilkesini izlemelidir. Bir başka deyişle, emek katkısına göre bölüşüm ilkesinin temel ilke olmasında ısrar etmeli ve bu hedefi hayata geçirmenin değişik biçimlerini keşfetmeliyiz.

Bugün Çin emeğin faydasını ve verimliliğini dikkate alan daha gelişkin özellikler taşımaktadır. Aşağıda bu alandaki yeni kavrayışlar üzerinde duracağız.

Emekle ilgili Yeni Kavrayışlar

Emek insanlık tarihini yaratan eylemdir ve aynı zamanda toplumsal zenginliğin yaratılmasındaki merkezi öğedir. Tarihte izlediğimiz üretici güçlerin gelişmesi süreci, doğası itibariyle bir yandan emeğin yaratıcılığının ve emekçilerin yaratıcı yeteneklerinin gelişmesi süreci, diğer yandan toplumsal zenginliklerin artışının hızlandırılması sürecidir. Emeğin üretim sürecinde bütün diğer üretim faktörleri arasında sahip olduğu önemli konum, emekçilerin maddi üretim sürecinde kilit ve önder konumda olmaları anlamına gelmektedir.

Toplumsal zenginlikler halklar tarafından yaratılmaktadır, bu anlamda emekçiler toplumsal zenginliğin hem yaratıcıları hem de sahipleri olmalıdırlar. Değer, toplumsal zenginliğin temelidir. Eğer takdirde emeği yok saydığınız takdirde toplumsal zenginlikler de olmayacaktır. Şüphesiz emeği yok saydığınız takdirde, diğer üretim faktörlerin katkısı veya üretim faktörlerinin katkısına göre bölüşüm olgusu da imkansız olacaktır. Marx'ın emek değer teorisinin merkezinde, emeğin değerlerin yaratımının tek kaynağı olarak ele alındığını görebiliriz. Toplumsal zenginliklerin bölüşümünde emekçilerin kilit konumunun kabul edilmesi, emekçilerin yaratıcılıklarını teşvik edecek ve onları yeni zenginlikler yaratmada dinamikleştirmektedir. Gerçekten de günümüzün ekonomik koşullarında toplumsal zenginliğin artırılması, esas olarak emekçilerin niteliklerinin yükseltilmesi ile bağlantılıdır. Bir işletmede yüksek nitelikli emek güçlerine sahip olan emekçilere sahip olunması, toplumsal zenginliği yaratılmasında sahip olunan maddi sermaye gücüne ve emekçilerin sayısında basit artış yapılmasına kıyasla çok daha fazla katkıda bulunmaktadır. Bu gerçek, pratikte de doğrulanmıştır.

Fakat bu sözünü ettiğimiz emeği sadece basit emek olarak, ya da sadece doğrudan maddi ürünler üreten emek türü olarak düşünmemeliyiz. Öte yandan hem kol emeği hem de zihinsel emek, hem basit emek, hem de karmaşık emek, emek kategorisine ait olan emek türleridir. Sermaye, teknoloji ve yönetim gibi diğer üretim faktörlerine gelince, bunları geçmiş süreçte biriktirilmiş olan ölü emek(ler) toplamı olarak değerlendirebiliriz, ayrıca bunların esneklikleri daha sınırlıdır, oysa bu üretim faktörlerini kullanan insanlar -emekçiler- daha esnektir. Dolayısıyla emekçilerin faaliyetlerini küçümsemek son derece sakıncalı olacaktır.

Diğer yandan emeğin niteliği ile niceliği arasında da ayrım yapılmalıdır. Sorun yalnızca harcanan emek zamanı ve üretilen ürünlerin miktarı değil, aynı zamanda emeğin verimliliği ve bu ürünlerle birlikte ortaya çıkan toplumsal zenginliktir.

ÇKP'nin 16. Ulusal Kongre Raporu'nda da (2002) bu çerçevede bilgiye, yetenek sahibi insanlara, emeğe ve yaratıcılığa saygı gösterilmesi gerektiği düşüncesi savunulmuştur. Bu kongre ile birlikte emeğin toplumsal zenginlik yarattığı bir kez daha teyit edilmiş ve "Dört Öğeye Saygı" sosyalist modernleşme sürecine katkıda bulunan tüm emek türleri değerlidir, dolayısıyla kabul ve saygı görmeyi hak etmelidir. Kanımca "Dört Şeye Saygı" yaklaşımı, günümüz koşullarında emek kavramını zenginleştirmekte, toplumsal zenginliğin yaratılmasında emeğin konumunu daha net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Emek Katkısına Göre Bölüşümle İlgili Yeni Kavrayış

Marx'ın emek katkısına göre bölüşümle ilgili görüşlerine baktığımızda Marx'ın komünizmin ilk aşamasında (sosyalizmde) bireysel emeği, toplumsal emeğin bir parçası olarak ele aldığını görüyoruz. Dolayısıyla Marx bölüşüm sırasında harcanan veya topluma sunulan emek miktarının hesaplanmasında kriterler olarak, emeğin karmaşıklık derecesini, emek yoğunluğunu ve harcanan emek zamanını düşünmüştür. Bu hesaplar yapıldıktan sonra toplumun genel harcamalarına belirli bir pay ayrılmalı, kalanı bireye—onun ihtiyaçları olarak—"iade" edilmelidir. Burada Marx emek katkısına göre bölüşümle ilgili görüşünün belirli koşulları temel aldığı diğer deyişle toplumdaki tüm üretim faktörlerinin bütün toplum tarafından ortaklaşa sahip olunduğu koşulları varsaydığı görülüyor. Marx'ın düşündüğü bu bölüşüm ilişkisinin, bir yandan insanların genellikle yüksek nitelikte yeteneklere sahip olduğu, diğer yandan toplumdaki üretici güçlerin gelişkinlik düzeyinin son derece gelişmiş olduğu bir toplum için düşünüldüğü açıktır.

Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından, görece uzun bir dönem boyunca emek katkısına göre bölüşüme ilişkin oldukça tek yanlı bir bakış egemen olmuştur. Kurmuş olduğumuz planlı ekonomik sistem içinde, bireylerin sahip oldukları geçim araçları fazlasını üretim araçları biçimine sokmalarına izin vermeyi doğru görmemiş, bunun sosyalizmle çelişeceğini düşünmüştük. Oysa emek katkısına göre bölüşüm, gelişkin karmaşık toplumsal, tarihsel ve teknolojik koşullardan oluşan bir ortamı gerektirmekteydi. Fakat bu dönemde ne sosyalizmin ilk aşaması ile ileri aşamaları arasındaki farkı, ne de emek katkısına göre bölüşümün temel alınması ile bu ilkenin somut gerçekleştirilme biçimleri arasındaki farkı ayırt etmemiz söz konusu olamadı. İşte bu nedenle az gelişkin üretici güçlerin bulunduğu toplumsal koşullarda, aşağı yukarı tek tip kamu mülkiyeti sistemi uygulayarak, bu bölüşüm sistemini (emek katkısına göre bölüşümü) uygulamaya çalıştık. Vardığımız sonuç, sorunlu bir eşitlikçilik, yani topluluk içindeki tüm bireylerin yaptığı işin verimliliğine ve niteliğine bakılmaksızın üretilen zenginlikten eşit pay aldığı bir sistem olmuştu. Ve bu sistem nihayetinde, işçilerin inisiyatifini harekete geçirmede, ekonomik kaynakların tahsisinde ve ekonominin geliştirilmesinde başarısız kalmış, giderek emeğin üretkenliğini kısıtlayan bir nitelik kazanmış ve yaygın toplumsal yoksunluklara neden olmuştu.

Gerçekte toplumsal zenginliklerin bölüşüm biçimleri ikiye ayrılabilir: Birincisi emek sürecinde söz konusu olan maddi faktörlere göre, yani üretim faktörlerine göre bölüşüm. İkincisi, emekçilerin gerçekleştirdikleri emek katkısında göre bölüşüm. Tümüyle olmasa da tarihte genelde bu iki bölüşüm tarzı bir arada bulunmuştur, fakat tarihte bu birleşim içinde iki yanın sahip olduğu doz veya ölçü farklı olmuştur. Örneğin, kapitalist toplumda kapitalistlerin gelirlerinin bir bölümü sermayeye göre ve diğer bir bölümü de yönetim kadrolarının katkısına göre bölüştürülür. Kapitalist bir işletmede çalışanlar bu şirketin hisselerine satın alarak sahip olduklarında, yıl sonunda elde ettikleri kâr payı, emek katkıları ile elde edilmiş bir gelir değil, üretim faktörleri (sermaye) katkısıyla elde etmiş olmaktadırlar. Dolayısıyla, bu iki bölüşüm tarzını mutlak bir biçimde birbirinden ayrı ele alarak, koparmak metafizik bir yaklaşım olacaktır.

Emek katkısında göre bölüşüm üzerine anlayışımızı genişletmede daha derin bir analiz de gereklidir. Aslında bugün Çin'de uygulanan Emek katkısında göre bölüşüm sistemi Marx'ın öngördüğü pratikten farklıdır. Marx'ın orijinal düşüncesi, emek miktarına göre bir bölüşüm yaklaşımıdır, yani meta ve paranın ortadan kalktığı koşullarda ve emekçilerin doğa ve doğal nesneler karşısında (mülk) sahipler konumuna geldiği bu koşullarda, emek toplumsal zenginliğin yegane kaynağı olacak, dolayısıyla bölüşümde kullanılacak ilke, emek katkısına göre bölüşüm olacaktı. İşte bu koşullarda emek miktarı aynı emek türüne göre ölçülerek hesaplanacaktı. Dolayısıyla bu koşullarda bu tür emek katkısına göre bölüşüm adil bir bölüşüm olacaktı. Aynı zamanda Marx'ın bu yaklaşımı yetenek farklılıkları ile bağlantılı gelir farklılıklarını ve halkın üretim coşkusunu korumak için daha fazla çalışanın daha fazla kazanacağı düşüncesini kabul etmekteydi, dolayısıyla bu yaklaşım verimliliği de göz önünde bulundurmaktaydı.

Fakat gerçekte dünyadaki hiçbir ülke bu bölüşüm yöntemini uygulayacak koşullara sahip olmadı. Değişik nedenlerle bu uygulama çeşitli engellerle karşılaşmaktadır. Örneğin, emek miktarının tam ve kesin olarak ölçülmesi, son derece zordur. Farklı meslekler ve farklı bölgelerden gelen emekçilerin emeklerinin niteliğini ve niceliğinin ölçmek de pek kolay bir iş değildir. Çeşitli işler nitelikleri ve karmaşıklık dereceleri bakımından birbirinden farklı oldukları için, bölüşüm kriteri olarak sadece harcanan emek zamanı kriterini uygulamak da pek zekice olmayacaktır.

Dolayısıyla, kanımızca sosyalizmin ilk başlangıç aşamasında (Çin-Sovyetler vb. tüm sosyalist ülkeler bu aşamanın ötesine geçememişlerdir) Marx'ın bölüşümle ilgili yukarıdaki planını gerçekleştirmek olanaksız olacaktır. Bunun yerine sosyalizmin ilk başlangıç aşamasında, Marx'ın emek katkısına göre bölüşüm ilkesini bölüşümde genel bir yol gösterici olarak ele almak daha gerçekçi görünmektedir. Bunun yanı sıra ülkenin gerçekliğini dikkate alarak bu yönlendirici ilkenin uygulanmasıyla ilgili özel gerçekleşme biçimlerini araştırmak ve tasarlamak durumunda olduğumuzu kabul etmeliyiz. Çin Komünist Partisi, reform ve dışa açılma süreci ile ülkenin gerçekliğini dikkate alarak bu tür bir arayış içine girmiştir. Sonuçta emek katkısına göre bölüşümün başlıca biçim olarak benimsendiği, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmaları kaydıyla diğer bölüşüm yöntemlerinin de birlikte var oldukları bir bölüşüm sistemi oluşturulmuştur. Tarihsel pratik bu bölüşüm yönteminin makul ve verimli olduğunu kanıtlamıştır.  

Sosyalist pazar ekonomisinde uygulanabilir olan emek katkısına göre bölüşümün özgün gerçekleştirilme biçimi—emeğin kalitesini göz önünde bulunduran—emek katkısına bir bölüşüm olabilir. Pazar ekonomisinde söz konusu olan fiyat mekanizması kaynakları faktörlerin arz ve talep ilişkisine göre tahsis edecektir. Bu koşullarda sadece üretim faktörlerinin katkılarını gözeten bir bölüşüm etkili ve yararlı bir bölüşüm olacaktır.

1975'in başları gibi erken bir tarihte bu sorun üzerine araştıran Deng Şiaoping şu ifadeyi kullanmıştı: "Emek katkısına göre bölüşüm politikasına sahip çıkma çabamız, bu aslında sosyalizmi geliştirme çabamızda daima büyük bir problem olagelmiştir, kanımca bu sorun üzerinde ciddiyetle düşünmemiz iyi olacaktır. Geçmişte maddi ödüllere pek başvurmadık. Farklı emek performansları farklı ücret gerektirmeli midir? Bazı işçiler diğerlerinden daha yetenekliyse, daha fazla ücret alıp daha yüksek konuma yükseltilmeli midir ? Teknisyenlerin veya mühendislerin maaşlarını yükseltmeli miyiz? Herkese yaptığı katkıya—yeteneğine ve becerisine—bakılmaksızın 40-50 Yuanlık birmaaş verilirse, bu eşitlikçi bir uygulama gibi görünmesine karşın, gerçekte bu emek katkısına göre bölüşüm ilkesine uymamaktadır. Çalışanların inisiyatiflerini nasıl harekete geçirebiliriz?" 

Eğer sadece emek harcama zamanını göz önünde tutar ve emeğin verimliliğini göz ardı edersek, çok iyi performans sergileyen emekçiler, yeterince tatminkar çalışmayanlarla aynı maaşı alacaklardır. Bu durumda emek katkısına göre bölüşüm bir tür sorunlu "eşitlikçiliğe" dönüşecek, böylece bu emekçilerin çalışma coşkusunu kısıtlayacak ve ekonominin gelişmeyi olumsuz etkileyecektir. Aslında emek katkısına göre bölüşüm ilkesine ihtiyaç duyulmasının nihai amacı halkın ortak refahını gerçekleştirmek içindir. Nitekim Deng Şiaoping bu konuda oldukça yaratıcı bir yaklaşım ortaya koymuştu: "Sosyalizmin özü üretici güçleri özgürleştirmek, üretici güçleri geliştirmek, sömürüyü ortadan kaldırmak, kutuplaştırmayı ortadan kaldırmak ve nihai olarak ortaklaşa refahı gerçekleştirmektir." "Kutuplaşmayı ortadan kaldırmak ve ortak refahı gerçekleştirmek için, emek katkısına göre bölüşüm ilkesine bağlı kalmalıyız."

Bu anlamda Deng Şiaoping'e göre, sosyalizmde ısrar etmek ve emek katkısına göre bölüşüm ilkesini doğru bir biçimde uygulamak zengin-yoksul eşitsizliğinin daha da genişlemesini önleyebilecektir. Emek katkısına göre bölüşüm ilkesi uygulanmaya devam edildikçe, Çin'deki sosyo-ekonomik gelişme bir sınıf olarak burjuvaziyi üretmeyecektir. Elbette herkes eşit pay elde edemeyebilir, ancak hedef ortak refaha ulaşmak olmalıdır. Deng Şiaoping'e göre, emek katkısına göre bölüşüm ilkesi izlenmediği takdirde ülkede toplumsal kutuplaşma kaçınılmaz olacak, bu da sosyalizmin özü ve sosyalizmin gerekleriyle çelişecektir. Bununla birlikte Çin'deki bölüşümün bütünsel yapısını ele aldığımızda bunun önemli bir paçası yeniden bölüşüm alanıdır. Diğer üretim faktörlerinin bölüşümden pay almasına izin verildiği koşullarda belirli derecede gelir farklılıklarının oluşması kaçınılmazdır, bundan dolayı Çin'de hükümetin devreye girmesi eşitsizliği ve kutuplaşmayı önleyici çeşitli tedbirler alması, örneğin çeşitli gelir düzeylerine göre uygun vergi sistemleri getirmesi vazgeçilmez olmaktadır.

Çin, genel olarak az gelişkin üretici güçler düzeyine sahip olan sosyalizmin ilk aşamasında olan bir ülkedir. Sosyalist üretici güçleri geliştirmeyi başarmak için farklı mülkiyet tiplerinden oluşan bir ekonominin oluşmasına izin verilmiştir. Bu durumda diğer üretim faktörleri de bölüşüme katılmak durumundadır, çünkü sadece emek katkısına göre bölüşüm sistemi bugünkü gerçeklere uymamaktadır. Bu örüntü içinde emek katkısına göre bölüşümün başlıca bölüşüm yolu olması uygundur, çünkü onun hakim konumda olması sosyalizmin özü ile uyumludur. Emek katkısına göre bölüşüm belirli bir azınlığın üretim araçlarının özel mülkiyetinden yararlanarak emekçileri sömürmesini engellemekte, emekçilerin toplumdaki yeni toplumsal konumunu yansıtmakta, emekçilerin çıkarlarının gerçekleştirilmesi ve güvence altına alınmasını sağlamaktadır. Ülkemizin ve başka ülkelerin deneylerini göz önünde bulundurduğumuzda emek katkısına göre bölüşümün ana biçim olarak devam etmesi olumludur, çünkü ülkemizdeki ailelerin büyük çoğunluğu emek gelirleri ile yaşamaktadır. İkincisi, emek gelirleri bütün bölüşüm biçimlerinin %50'sinden fazlasını oluşturmaktadır. Toplumdaki bireysel kullanım metaların büyük çoğunluğu emek katkısına göre bölüşüm ilkesine göre bölüştürülmektedir. Dolayısıyla emek katkısına göre bölüşüm toplam toplumsal arz ile toplam talep arasındaki ilişkileri düzenleyerek hayati bir rol oynamaktadır. Emek katkısına göre bölüşüm sahip olduğu bu büyük yüzde nedeniyle ülkedeki kişi başına toplumsal gelir düzeyini belirlemekte ve diğer bölüşüm yöntemlerini etkilemekte, bireysel kullanım metalarının genel bölüşümünü etkilemektedir. Örneğin kendi başlarına serbest çalışan insanların ücret düzeyi genellikle devlet işletmelerinde çalışan işçi ve memurların ücretleri temelinde oluşmaktadır. Bireysel gelir vergisi de ortalama toplumsal gelir düzeyine göre belirlenmektedir. Dolayısıyla genelde mevcut bölüşüm politikamız halktan destek almaktadır2.

Emek Katkısına Göre Bölüşümün Hakim Konumunun Başlıca Gerçekleşme Biçimleri

Kamuya ait şirketlerde, kurumlarda ya da farklı mülkiyet yapısına sahip şirketlerde (örneğin özel şirketler) emek katkısına göre bölüşümün başat konumda olması gerçeği farklı gerçekleşme biçimleri içinde uygulanmaktadır.

Kamusal mülkiyet altındaki şirketlerde uygulanan emek katkısına göre bölüşümün uygulanma kapsamı ve uygulama derecesini bu şirketlerin mülkiyetin biçimi belirlemektedir. Genelde kamu mülkiyetindeki işletmelerin kamusallık derecesi yükseldikçe, emek katkısına göre bölüşümün konumu ve dozu da yükselmektedir. Sosyalist ülkelerde devletin sahip olduğu işletmelerde bu bölüşüm yöntemi, ana yöntem olması gerçekçidir. Ancak kolektif mülkiyetin olduğu kooperatif benzeri işletmelerde, bu bölüşüm sisteminin uygulanma derecesi ve yaygınlığı değişik düzeylerdedir. Yüksek düzeyde kolektif mülkiyetin bulunduğu şirketlerde de emek katkısına göre bölüşüm başlıca konumda olmalıdır. Emek katkısına göre bölüşüm düşük kolektifleşme düzeyindeki şirketlerde yalnızca yönlendirici bir rol oynamalı ve buralarda diğer faktörlere göre bölüşüme daha fazla izin verilmelidir. Bu durum normaldir ve sosyalizmin ilk aşamasında anlaşılır bir durumdur.  Diğer faktörlere göre bölüşüme izin verilmesi toplumsal üretimin ve sosyalizmin geliştirilmesini teşvik etmede uygun ve olumlu bir rol oynamaktadır.

Diğer mülkiyet biçimlerine sahip şirketlerdeki bölüşüm ilişkileri de emek katkısına göre bölüşümün etkisi altındadır. Yabancı sermaye ile kurulan şirketler arasında sadece yabancıların tek başına mülkiyetine sahip olan şirketler işler kapitalist özel mülkiyettir ve bu şirketlerde bölüşümü düzenlemek basittir. Ancak Çin-Yabancı ortak sermayeli şirketlerde durumları düzenlemek daha karmaşıktır, çünkü bu şirketler aynı zamanda kısmen kamusal mülkiyet özelliği taşımaktadırlar. Ayrıca devletin sahip olduğu işletmeler bu tür ortak (Çin-Yabancı) yatırımlardaki hisselerin çoğunluğunu ellerinde tutuyorlarsa, bu işletmelerde emek katkısına göre bölüşümün alanı daha da genişlemektedir. Aksi takdirde emek katkısına göre bölüşümün uygulama alanı sınırlıdır. Ancak bu tür ortak (Çin-Yabancı) Çin'de faaliyet gösterdikleri için ülkenin yasal düzenine göre iş görmek zorundadırlar. Bunun anlamı diğer faktörlerin bölüşüme katılım oranı yasal düzen tarafından belirli sınırlamalarla kontrol altında tutulmaktadır. Nitekim bu sınırlama Çinli işçilerin sömürülmesini belirli ölçüde sınırlandırmaktadır. Bu, sosyalist ülkelerin kendi emekçilerini korumak için almak durumunda oldukları bir tedbirdir.

Çin'de yabancı sermayeli bu işletmelerin dışında emek katkısına göre bölüşümün etkili olduğu Çin vatandaşlarına ait çok sayıda özel şirket ve bireysel olarak işletilen aile şirketleri bulunmaktadır. Birincisi sosyalist bir toplumdaki bu tür özel şirketler devletin çeşitli yasa ve politikalarının sınırlandırmaları altındadırlar. Dolayısıyla emek katkısına göre bölüşüm bu şirketleri de kapsamaktadır. İkincisi, bireysel aile şirketlerinde, sermaye ve diğer üretim faktörlerinin katkısının yanı sıra bireylerin kendi emeğinin de katkısı vardır. Hatta çoğu durumda bu bireyler ve aile üyeleri çok daha yoğun bir biçimde ve çok daha fazla emek zamanı harcayarak çalışmaktadır, dolayısıyla kendileri de emekçidir ve elde edilen gelirin bir bölümü, emek geliridir. 

6.2.3 Üretim faktörlerin bölüşüme katılması

Reform ve dışa açılma ile oluşan pratiğe göre farklı mülk sahiplerinin elindeki çeşitli üretim faktörlerinin de toplumsal zenginliğin yaratılmasına katkıda bulundukları kanıtlanmıştır. Marksist emek değer teorisi ve Marksist toplumsal zenginlik teorisi çağdaş içeriği ile bu pratiğe yeterli teorik desteği sağlayabilmektedir.

Diğer üretim faktörlerinin bölüşümden pay alması düşüncesinin temel kaynakları

A. Marksist bölüşüm teorisi ve diğer faktörlerin bölüşüme katılması sorunu 

Marx başlangıçta kullanım değerinin -maddi zenginliğin- tek kaynağının emek olmadığı konusunda William Petty ile aynı düşüncedeydi. Marx 1875'de Lassalleci "Gotha Programı"nda geçen "emek bütün zenginliğin ve kültürün kaynağıdır" ve emek tarafından yaratılan bütün toplumsal zenginlikler "hiçbir kesinti ve indirime tabi tutulmaksızın bölüştürülmelidir" ifadelerini de değerlendirdiği "Gotha Programının Eleştirisi" adlı eserini kaleme almıştı. Marx daha sonra Engels tarafından kamuoyuna açık bir biçimde yayınlanan bu eserde "emeğin bütün zenginliklerin kaynağı olmadığını, doğanın da kullanım değerlerinin kaynağı olduğunu" savunmuştur. Aslında bu savunu, Marx'ın metaların değerinin ve toplumsal zenginliğin yalnızca emek tarafından değil diğer faktörler tarafından da yaratıldığını kabul ettiğini göstermektedir. Marx'a göre emekçiler tarafından üretilen toplumsal zenginlikler hiçbir kesinti ve indirim yapılmaksızın tümüyle bölüştürülemez. Doğru olan bölüşüm öncesinde, toplum ve devlet gereksinimleri için belirli bir pay ayrılması ve kalan bölümün bölüştürülmesidir. Marx emek katkısına göre bölüşümden önce göz önünde tutulacak 5 kalemden söz ediyor. Bu eserdeki görüşler bize emek değer teorisinde yenilikler yapabilmemiz için önemli bir teorik destek sağlamaktadır. Marx herhangi bir eserinde yalnızca değeri yaratanların bölüşüme katılma haklarının olması gerektiğini savunmamıştır. Toplumsal zenginliğin emek dışındaki diğer üretim faktörlerinin de katkısıyla yaratılıyor olması, bu faktörlerin sahiplerinin de bölüşüme katılabilmeleri için teorik destek oluşturmaktadır.

Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet hakkının bulunduğu bir toplumda, farklı üretim faktörleri farklı mülk sahiplerine ait olabilmektedir, böylece bu insanlar toplumsal zenginliğin bölüşümüne katılmaktadırlar. Bu mülk sahiplerinin elde ettikleri gelirler onların mülkiyet haklarının ekonomik gerçekleşmesinin bir sonucudur. Bu onların topluma belirli üretim faktörlerini sağlıyor olmalarının bir gereğidir. Bu hakkı tek yanlı bir bakışla görmezden gelerek yalnızca değerleri yaratan insanların bölüşüme katılmaları gerektiğini savunduğumuz takdirde, sermaye sahipleri yalnızca yatırım için para koymuş ama karşılığında hiçbir şey almamış olacaklardır.

Marx'ın toplumsal zenginlik teorisini bilimsel olarak ele aldığımızda öncelikle değerlerin kaynağı ile toplumsal zenginliklerin kaynağı arasında bir ayrım yapmamız gerekli olacaktır. Emeğin bir yandan değerlerin biricik kaynağı, diğer yandan aynı zamanda toplumsal zenginliklerin de tek kaynağı olduğunu savunursak, toplumsal zenginliklerin yaratılması ile kavrayışımız eksik kalacak Marksist bakış açısı ile çelişecektir. Kanımca Marksist bakış açısına göre bir yandan emeği değerin tek kaynağı olarak kabul etmeli, diğer yandan da sermayenin, toprağın, teknolojinin, bilginin ve diğer üretim faktörlerinin de toplumsal zenginliklerin ve değerin yaratılmasına katkıda bulunduğunu göz ardı etmemeliyiz.

B. Bölüşüme Katılan Üretim Faktörleri, "Mülkiyet" ve "Faktör Katkısı" Düşüncelerinin Anlamlı Bir Çeşitlemesidir

Toplumsal zenginlikler, değişik üretim faktörleri tarafından ortaklaşa katkılarla yaratıldığı için emek dışındaki çeşitli üretim faktörlerinin sahiplerini de meşru gördüğümüz ve bu sahiplik toplum tarafından da meşru görüldüğü takdirde, şu soruyu sormak gerekmektedir: Bu faktörlerin sahipleri hangi ölçütlere göre gelir elde edeceklerdir? 

Çoklu mülkiyet biçimlerinin bir arada var oldukları bir ekonomik sistemde toplumsal zenginliklerin nihai bölüşümü yalnızca emek katkısına göre gerçekleştirilemeyecektir. Değerin yaratılmasına katılan üretim faktörleri birden fazladır ve bu faktörlerin de çok katmanlı yapısı vardır. Dolayısıyla böyle bir durumda bölüşüm yöntemleri de çeşitlendirilmelidir. Genellikle gelişkin maddi üretim faktörleri yüksek nitelikte "insan faktörünü" kendine çekmekte ve onları istihdam etmektedir, diğer yandan bu gelişkin maddi üretim faktörleri emek dışındaki diğer üretim faktörlerinin bölüşümden aldığı payı de yönlendirir ve optimize eder, bu kanıtlanmış bir olgudur. Böylece gelişkin maddi üretim faktörleri emek maliyetini azaltıp üretkenliği yükseltici rol oynamaktadırlar, bu anlamda gelişkin maddi üretim faktörleri bölüşümde daha fazla gelir elde etmeye hak kazanırlar.

Üretim faktörlerinin katkılarına göre bölüşüm, bu farklı faktörlerin mülkiyet yapısını/ mülkiyet sahiplerini, bu faktörlerin toplumsal zenginliğe katkıda bulunduğunu gözeten bir bölüşüm yoludur. Üretim faktörleri üzerindeki mülkiyetin biçimi (kapitalist ya da sosyalist) bize belirli bir üretim biçiminin özünü verir, dolayısıyla üretim faktörlerinin toplumun bireyleri arasındaki dağılımını da üretim biçimi belirler. Örneğin kapitalist üretim biçiminde üretim faktörleri kapitalist sınıfın mülkiyeti altındadır. Böylece üretim faktörleri üzerindeki mülkiyetin biçimi de üretim faktörlerinin katkılarına göre bölüşümü belirler. Bu bölüşüm yönteminde bölüşümü belirleyen nihai kriter üretim faktörlerinin toplumsal zenginliğe katkılarıdır. 

C. Üretim Faktörlerinin Bölüşüme Katılması Kaynakların Etkin Dağılımı Açısından Önemli Bir Güvencedir

Toplumun perspektifinden bakıldığında emek dışındaki üretim faktörlerinin bölüşüme katılması bir yandan üretim faktörlerinin ekonomik kullanımına katkıda bulunacak diğer yandan kaynakların akılcı ve etkin bir biçimde dağılımına destek olabilecektir. Böylece faktör sahiplerinin coşkusu da harekete geçirilmiş olacaktır. Kaynakların etkin dağılımı/tahsisi ekonomik gelişme ve toplumsal zenginliğin artışı açısından çok önemli bir ön koşuldur. Üretim faktörlerinin kıt olması gibi bir ekonomik gerçeklik nedeniyle kaynakların akılcı tahsisi/dağılımı toplumsal zenginliğin artışı açısından vazgeçilemeyecek bir tercihtir. 

Üretim faktörlerinin kıtlığı, tüm dönemlerde aynı düzeyde seyretmemektedir. Toplumsal zenginliklerin yaratılması sürecine baktığımızda üretim tarzı ve faktörlerin bir araya getirilme biçiminin, bilimsel ve teknolojik düzeyden ve üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi tarafından önemli ölçüde etkilenmekte olduğunu görebiliriz. Bu anlamda üretim faktörlerinin optimal tahsisi/dağılımı için uygun bir sistemin bulunması gereklidir. Örneğin, Çin'deki gerçek duruma baktığımızda, emek gücü çok bol, oysa sermaye ve teknoloji görece çok azdır. Böyle bir ülkede daha fazla toplumsal zenginlik yaratabilmek için, işletmelerin üretim sürecini mevcut kaynakları en optimal bir biçimde kullanabilecekleri biçimde örgütlemeleri gerekir, bunun için de üretim faktörlerinin doğru bileşimiyle ilgili nesnel yasayı incelemeleri ve buna göre hareket etmelidirler. İşletmeler sadece bu yolla teknolojik yenilikler yapmaya önem vermenin gerektiğini kavrayabilirler. Reform ve dışa açılma ile birlikte Çin bir yandan daha uygun bir toplumsal bölüşüm sistemi inşa edebilmiş, diğer yandan ekonomik gelişmede önemli başarılar kazanabilmiştir. Bu başarıda en önemli etkenlerden biri emek dışındaki üretim faktörlerinin bölüşüme dahil edilmiş olmasıdır.

Üretim Faktörlerinin Katkısına Göre Bölüşüm Kavramı

Üretim faktörleri, bir yandan üretim açısından, diğer yandan toplumsal zenginliklerin yaratılmasında vazgeçilmez öğelerdir. Sermaye, bilim ve teknoloji, gibi üretim faktörleri, doğrudan değer yaratmamaktadırlar, ancak onların toplumsal zenginliklerin yaratılmasına katkıda bulundukları açıktır. Keskin pazar rekabeti ortamında bütün işletmeler kendileri için çeşitli fonlar sağlamaya ve bulmaya çalışırlar ve olası bütün yolları kullanarak teknolojik donanımlarını güncellemeye çalışırlar, çünkü—bırakınız toplumsal zenginliğin yaratılmasını—işletmeler maddi sermaye ve parasal sermaye gibi üretim faktörleri olmaksızın üretim faaliyetlerini yürütemezler. Bu nedenle, tüm üretim faktörleri, üretime katkıları oranında bölüşümde belirli ödül veya karşılık almalıdır.

Çin'deki faktörlerin katkısına göre bölüşüm kavramı, iki katmanlı bir anlama sahiptir: Birincisi faktörlerin mülkiyetine göre bölüşüm ve ikincisi üretim faktörlerinin katkılarına göre bölüşüm. Bu ikisi birbirini tamamlar ve bir arada ele alınır.

Üretim faktörlerinin mülkiyet konusu olmaları, faktörlere göre bölüşümün ekonomik gerekçelerinden birisidir ve bu mülkiyetin korunması ülkedeki pazar ekonomisinin geliştirilmesi açısından çok önemlidir. Özgün bir mülkiyet hakkı olan üretim faktörü sahipliği: Kullanım hakkı gibi bir hak da dahil olmak üzere, kâr elde etme hakkı ve bu mülkiyeti aileye veya başkalarına devretme haklarını içermektedir. Faktörlerin sahipleri kendileri için çeşitli maddi avantajlar elde ederler ve bu olgu da insan ilişkilerinin faktörler üzerinde mülkiyetinin varlığı ve mülkiyet haklarının kullanımı tarafından etkilendiğini ortaya koymaktadır.

Üretim faktörlerinin mülkiyet konusu olmaları, (Mülkiyet sahipliği) aynı zamanda faktörlerin katkısına göre bölüşümün nedenidir. Üretim faktörleri bir yandan toplumsal zenginliğin yaratılmasında önemli bir rol oynarlar; öte yandan da varlıkları kıttır, kolayca, keyfi bir biçimde elde edilemez ve sınırsızca kullanılamazlar. Oysa insanların bu üretim faktörlerine ihtiyacı görece sınırsızdır, bunun anlamı insanların bu faktörlere basitçe/serbestçe bedelsizce sahip olamayacaklarıdır. Bu üretim faktörlerine yalnızca belirli özgün ekonomik yapılar/özneler sahip olabilir, ve bunlar aynı zamanda yasalar ve toplumsal kurallar tarafından da kabul edilir ve korunurlar. Mülkiyet sahipliğinin var oluşunun nedeni ekonomik avantaj elde etmek içindir ve emek dışındaki üretim faktörlerinin sahipleri artı ürün üzerinde hak talep edebilmek için bu üretim faktörlerinin işletme hakkını kullanırlar. 

Üretim faktörlerinin katkısı, toplumsal zenginliğin bölüşümünde önemli bir temeldir. Diğer deyişle toplumsal zenginlikler üretim ile yaratılır ve "sadece üretim yoluyla yaratılmış olan toplumsal zenginlikler bölüştürülebilir."  Faktörlerin katkısına göre bölüşümün makul olup olmayışını ölçme kriteri, bizzat bu faktörlerin katkılarına bakmaktır, yani bu faktörlerin üretimde oynadıkları nicel ve nitel rolleridir. Her şeyden önce, faktörlerin katkısına göre bölüşüm öncelikle emekçilerin yeteneklerine, yaptıkları katkılara, onların yönetme yeteneklerinin düzeyine, bilgilerine—bilim insanları ve idareciler de bu emekçiler arasındadır—göre bölüşümü içermektedir. Diğer yandan maddi üretim faktörleri—örneğin para veya sermaye gibi—kaynakların (allokasyonu) dağılımı ile ilgili etkinlik düzeyi üzerinden farklı düzeylerde katkılar sağlarlar. Dolayısıyla üretimdeki emek faktörü, bir yandan emeğin karmaşıklığı ve yeteneği ölçüsünde, diğer yandan katkıları ölçüsünde bölüşüme katılmalıdır.

Maddi üretim faktörleri, katkıları ve karmaşıklık dereceleri temelinde bölüşüme katılırlar. Maddi üretim faktörlerinin, üretimde oynadıkları rolün nicel ve nitel gücü bu faktörlerin marjinal getirisinde kendisini ifade eder. Marjinal getiri, bu faktörlerin katkılarını ortaya koyar ve marjinal getiri miktarı bu faktörlerin kârını belirler. Emek gelirlerine baktığımızda ise, emek gelirinin miktarının, bir yandan üretim faktörlerin marjinal getirisinin miktarı tarafından belirlendiğini, diğer yandan emeğin yetenek gücünden ve emeğin yoğunluğundan da etkilendiğini görüyoruz. Emek dışı gelirlere baktığımızda ise, faktör sahiplerinin gelirinin de üretim faktörlerinin sağladığı katkılarla belirlendiğini, faktör sahiplerinin gelir miktarının da bu üretim faktörlerinin marjinal getiri miktarı tarafından belirlendiğini görüyoruz.

Üretim Faktörlerine Göre Bölüşümün Temel Biçimleri

Geniş anlamda üretim faktörleri, aynı zamanda emeği (emekçileri) de içerir. Ancak bu başlıkta incelediğimiz "üretim faktörlerine göre bölüşümde" üretim "faktörleri" kavramını sadece dar anlamda kullanacağız, diğer deyişle buradaki üretim faktörleri, esas olarak sermaye, teknoloji, işlem yapma/işletme yeteneği, vb. öğeleri içermektedir. 

A. Sermayeye Göre Bölüşüm

Sermaye üretimde aracı bir rol oynamaktadır. Sermayeye göre bölüşüm, yatırılan sermaye bazında—pazar vasıtasıyla—gerçekleşir. Yatırılan sermaye bölüşüme katılır ve onun elde ettiği avantaj veya ödül sermaye geliridir. Sermaye geliri, sermaye sahibinin geliridir.

Sermaye faktörüne göre bölüşüme katılma esas olarak iki yolla olur: Birincisi, sermaye, doğrudan işletmenin üretimine yatırılır, ikincisi sermaye şirkette sahip olduğu hisse payına göre bir gelir elde eder.

Devlet mülkiyetindeki işletmelerde devlet kamusal mülkiyet altında olan üretim araçlarının mülk sahibidir ve böylece devlet sahibi olduğu maddi üretim faktörleri üzerinden (nedeniyle) bu işletmelerden elde edilen sermaye gelirinin bir bölümünü alır. Çin'de reformdan önce devletin sahip olduğu işletmelerin kârlarının büyük bir bölümü devlete aktarılmaktaydı. Reformdan sonra ise bu kar devletin bu işletmelerde sahip olduğu sermaye hisselerinin gelirleri yoluyla devlete aktarılmaktadır.  Bu alanda farklı özel biçimler hâlâ araştırılmaya devam edilmektedir.

Kolektif (kooperatif benzeri) mülkiyet altındaki işletmelerde ise yıl sonunda elde edilen sermaye gelirlerinin büyük bir bölümü bu işletmelerin yapacakları yeni yatırımlar için sermaye birikimi olarak işletmede biriktirilmekte, geriye kalan sermaye geliri ise çalışanlara kâr payı veya yıllık ikramiye olarak dağıtılmaktadır3.

Kendi işinde çalışan iş veya işletme sahipleri (veya serbest meslek sahipleri) olan iş adamlarının geliri, bir yanıyla emek geliri, diğer yanıyla da sermaye geliridir. Bu tür işletmelere sahip olan iş adamlarının emeklerinde fazlaca bir fark bulunmaz, bunların elde ettikleri gelir tamamen yatırdıkları sermayeye bağlıdır. 

Kırsal kesimde bir tür müteahhit tarzında—tarımsal çiftlik işleten köylü aile işletmelerinin—geliri de bir yanıyla emek geliri ve bir diğer yanıyla sermaye geliridir. Toprağa kolektif olarak tüm kasaba/köy halkı sahip olduğu için4 mülk sahibi gelirin bir bölümünü birikim için ayırır, ki bu da bir tür sermaye geliridir. Mülk sahibi tüm köy sakinlerdir ve köy konseyi toprak işlerini yönetir. 

Çinlilere ait özel şirketlerde ve yabancı sermayeli şirketlerde ise sermaye geliri (kâr) esas olarak ne kadar sermayenin yatırıldığına bağlı olarak bölüşülür. Yatırımcıların elde ettiği gelir sermaye geliridir. İkincisi, toplumda yaşayan bireyler de bu işletmelere borç vererek faiz geliri, hisse senedi alarak kâr payı veya tasarruflarını yatırarak ikramiye elde ederler. 

B. Teknoloji Faktörüne Göre Bölüşüm

Teknoloji, özel bir bilginin birikmiş biçimidir, ve teknoloji üretim sürecinin bütününü etkilemektedir. Teknolojinin katkısına göre bölüşüm, teknolojiyi üreten teknik adamların şirketlere patent satmaları sonucu elde ettikleri gelirdir. Bunlar aynı zamanda şirketlere teknik danışmanlık, teknik yönlendirme gibi teknolojik hizmetler ve bilgi sunarlar (satarlar) ki bunların aslında karmaşık emek geliri kategorisine girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Teknoloji sunucularına, veya teknolojiye bedel ödemede cömert davranılırsa, teknolojinin üretime daha hızlı bir biçimde uygulanması mümkün olmaktadır. Bugün ülkemizde teknoloji pazarının daha da gelişmesiyle birlikte bölüşüm tarzı/yolu daha da önemli hale gelmiş bulunmaktadır.

Bilim ve teknoloji, birincil üretici güçlerdir. Bilgi ekonomisi çağında bilim ve teknoloji, ekonomik büyüme ve toplumsal gelişmede giderek daha büyük bir rol oynamaktadır. Gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında Çin'in bilim ve teknolojisi arkalarda bulunuyor. Çin'de söz konusu olan mekanizmalardaki bazı problemler ve eksiklikler nedeniyle bilim ve teknoloji, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi kolayca, üretici güç konumuna yükseltilememektedir. Aynı zamanda hala bilginin ve aydınların değeri henüz tam olarak anlaşılamamakta ve saygı görmemektedir. Teknolojiye göre bölüşüm, bir yandan toplumda bilgiye ve yetenekli uzmanlara/aydınlara değer verilmesi açısından olumlu bir yaklaşımın gelişmesini teşvik etmekte, diğer yandan bilim ve teknoloji eğitimini güçlendirmektedir. 

C.  İşlem Yeteneği Katkısına Göre Bölüşüm

İşlem veya işletme yeteneği, yöneticilerin planlama, çeşitli stratejiler hazırlama, kararlar oluşturma ve yönetim faaliyetleri gibi işlemlerle işletmelerin gelirlerini arttırma çabasıdır. Yöneticiler bu amaçla fiyat dalgalanmalarını hesaba katmakta, pazardaki arz ve talebi değerlendirerek esnek taktikler oluşturmakta, meşru rekabet yolları ile rekabete göğüs germekte, uygun fiyatlarla satışları ve gelirleri azami ölçüde arttırmaya çalışmaktadırlar. Bir an için iki işletmede emek gücünün, yatırılan sermayenin ve işletme çevresinin eşit olduğunu kabul edelim, burada işletme ve işlem yeteneği daha iyi olan işletmenin daha yüksek ekonomik getiriler elde edebileceğini söyleyebiliriz. İşletme yeteneğine göre bölüşüm politikası, gelirin bölüşümünde yöneticilerin işlem/işletme başarılarının dikkate alınması anlamına gelmektedir.

İşletme veya işlem emeği, diğer emek türlerinden daha geniş bir kapsamı olan bir tür karmaşık emektir. İşletme veya işlem emeğinin öznesinin meta ekonomisinin temel yasasını iyi bir biçimde kavramış ve uygulamada ustalaşmış olması, fırsatları görmeyi ve bunları avantajlara dönüştürme çabasını, dezavantajlardan ve risklerden sakınmayı becerebilmeyi, böylece işletmeye azami ekonomik getiri sağlaması gerekmektedir.

İşletme veya işlem emeğinin öznesinin işletmeyi rekabet içinde yönlendirmesi, üretimi, arzı ve talebi Pazar koşulları içinde planlaması gerekmektedir. Pazarlardaki arz ve talebin durumu, sürekli bir değişim göstermektedir. Özne potansiyel pazarları görebilmeli, potansiyel kârlara ulaşmaya çalışmalı, sürdürülen işin kalıcılığını ve rekabet gücünü artırmak için pazar bilgilerine hakim olmalı, bilgi akışını doğru analiz edebilmeli, pazarla ilgili uygun ve zamanında öngörülerde bulunmalı ve işletmenin stratejisini planlamalıdır. Bu işlem bir tür yenilikçiliktir, bu anlamda öznenin nesnel ortama uyum sağlaması, fırsatların ve risklerin kaçınılmaz olduğunu görmesi gerekecektir.

Dolayısıyla işletme/işlem emeği sadece fiziksel ve zihinsel bir faaliyet değil aynı zamanda riskleri göğüslemede cesaret içeren ve fırsatlardan yararlanabilme yeteneğini içeren bir emektir. Doğru ve yanlış kararlar veya iyi ve kötü işletme kararları bütünüyle farklı sonuçlara yol açmaktadır. Başarılı sonuçlar, harcanan emeğe ya da yatırılan sermayeye değil, işletmecilerin işletme yeteneklerine bağlıdır. Çin pazar ekonomisine henüz yeni geçmiş olduğu için pazar ekonomisi açısından gerekli olan işletme/işlem yeteneği bu ülkede hâlâ çok kıt bir faktör durumundadır.

İşlemci özne kendi işleminden kaynaklanan kazanç ve kayıpların sorumluluğunu üstlenmelidir, aksi halde bu emek faaliyeti için gerekli tutku ve dürtüyü yitirecektir. Bilindiği gibi Pazar mekanizması, arz ve talep ilişkileri ve değer yasası gibi olgular elle tutulur şeyler değildir aksine bunlar kişiselleşmiş metaların üretim ve değişim faaliyetleridirler ve bunlar çıkarlarla güdülenmektedir. Dolayısıyla eğer işlemciler yaptıkları işlemlerin sonuçlarını üstlenmezlerse, meta pazarları kişiselleşmiş temsilcilerin olmaması nedeniyle dumura uğrayacaklardır. Bu anlamda işletme/işlem emeğini göz önünde bulunduran bölüşüm, bir yandan işletme açısından bir gelir yaratabildiği, diğer yandan onun yarattığı gelirin emek gelirinden farklı bir gelir içermesi nedeniyle, üçüncüsü işlem/işletme emeğinin işlem başarısızlığı riski taşıması nedeniyle—meta ekonomisi için gerekli olan bir bölüşüm politikasıdır.

İşletme/işlem gelirinin (ödülünün) birçok farklı niteliğinden söz edebiliriz: Birincisi, bu gelir işletmecilerin karmaşık emeğinin ürünüdür ve bu anlamda emek geliri özelliği vardır; ikincisi, bu gelir meta üretiminin risk ve fırsatları ile, pazarların bugünkü ve gelecekteki durumu ile bağlantılıdır ve bu anlamda risk ve fırsatla ilintili bir gelir niteliği taşır. Üçüncüsü, bu gelir bir iş adamı (girişimci) geliri olduğu için aynı zamanda işçilerin artı emeğinin bir bölümüne el koymaktadır.  İşletme/işlem gelirlerinin miktarı, her zaman aynı düzeyde seyretmez, yapılan işin ve sektörün gidişatına göre iniş çıkışlar gösterir. 15. Kongre'den bu yana hükümet bu emek türü için yeni bir çözüm arayışı olarak işletmeciler için yıllık ücret sistemini uygulamasını getirmiştir, bunun yanı sıra onlara hisse senedi verilmesi pratiğine geçilmiştir. Diğer bir uygulama da onlara ev, oto, seyahat masrafı vb. diğer ödemelerin öngörülmesidir. 

6.2.4 Faktör Katkısına Göre Bölüşüm ile Emek Katkısına Göre Bölüşümün Birleştirilmesi

Yukarıda belirttiğimiz gibi Faktör katkısına göre bölüşüm ile emek katkısına göre bölüşümün birleştirilmesi hem bir olanaktır, hem de vazgeçemeyeceğimiz bir tercihtir. Yukarıda söz ettiğimiz gibi değerin yaratılmasında emek faaliyeti kilit bir önemdedir, diğer yandan üretim faktörleri da toplumsal zenginliğin yaratılmasının temellerini oluştururlar. Dolayısıyla, emek katkısına göre bölüşüm ve faktörlerin katkısına göre bölüşüm her ikisi de makul bir olgudur. Kamu sektörünün hakim konumda bulunduğu, fakat onun diğer mülkiyet biçimleriyle yan yana bir arada bulunduğu bir temel ekonomik sistemde, emek katkısına göre bölüşümün temel bölüşüm yöntemi olarak varlığını sürdürmesini güvence altına almalı, fakat aynı zamanda diğer bölüşüm yöntemlerine de izin vermeliyiz. Diğer deyişle emek katkısına göre bölüşüm ile üretim faktörlerinin katkısına göre bölüşüm politikasını bütünleştirmeliyiz. Kanımızca bu sosyalizmin ilk başlangıç aşamasındaki toplumdaki bölüşüm sisteminin önemli bir özelliğidir.

Bir yandan emek katısına göre bölüşüm, diğer yandan üretim faktörlerinin katkısına göre bölüşüm, her ikisi de çağdaş toplumdaki kitlesel üretimin bir sonucudur. Üretim faktörleri farklı mülk sahiplerine ait olduğu içindir ki, bu iki bölüşüm politikası açısından da mülk sahipliğinin doğurduğu hakların açıkça tanımlanması gerekmektedir, bu gereksinim her iki bölüşüm politikası açısından ortak bir temeli oluşturmaktadır, bununla birlikte faktörlerin sunduğu katkılar her iki politika açısından ortak ölçüttür. Dolayısıyla çağdaş kitlesel üretim, mülkiyetin açıkça tanımlanması gereği, faktörlerin katkısı, maddi zenginlik yaratma çabası ve faktörlerin fiyatı hep birlikte bu iki bölüşüm tarzının birleştirilmesinin gereğinin temellerini oluşturmaktadır.

Emek ve diğer üretim araçları, toplumsal zenginliğin yaratılması bakımından vazgeçilmez faktörlerdir. Marx, üretim faktörlerini "insani faktör" ve "maddi faktör" biçiminde ikiye ayırmış ve bunların toplumsal zenginliğin yaratılması bakımından vazgeçilmez olduklarına işaret etmiştir. Bunlar toplumsal zenginliğin yaratılmasının temel faktörleri ve koşullarını oluştururlar. Marx şöyle yazar: "Emek, üretim araçları ve emeğin kullandığı malzemeler (işlenen malzeme) üretimin en temel öğeleridir."

Böylece "insan faktörü" emek ürünlerinin üretilmesinde belirleyici bir rol oynar. Ürünlerin üretim sürecinde uygulanan emek, "her an, her aşamada, ilave bir değer üretir, yeni bir değer üretir." Diğer yandan, toprak ve diğer doğal kaynakları, emek dışı üretim faktörleri olarak ele alınmalıdır. Bunlar değerin kaynağı olmamasına karşın, kullanım değerinin kaynağı veya toplumsal zenginliğin kaynağı durumundadırlar. Böylece, hem "insani faktör" hem de "maddi faktör" toplumsal zenginliğin yaratılması bakımından vazgeçilmez koşullardır.

Marx da bir eserinde emeğin tek başına bütün toplumsal zenginliğin kaynağı olmadığını açıkça yazmıştır. Aynen emek gibi doğa da kullanım değerinin kaynağıdır ve bizzat emeğin kendisi ise doğanın yansımasından, insanın emek faaliyeti yürütebilme yeteneğinin ifadesinden başka bir şey değildir. Diğer yandan değerin kaynağı, toplumsal zenginliğin kaynağından farklı olduğunu görmeliyiz. Bir yandan insan emeğini değerin biricik kaynağı olarak ele alırken, diğer yandan değerin ve toplumsal zenginliğin yaratılmasına katkıda bulunan sermaye, toprak, teknoloji ve bilgi gibi üretim faktörlerinin rolünü inkar etmemeliyiz. Ayrıca gelişkin üretim faktörlerinin, daha yüksek nitelikte "insan faktörünü" kendilerine çektiklerini biliyoruz. Bu anlamda gelişkin üretim faktörleri "insan faktörünü" kendilerine çekerek, onun diğer emek dışındaki üretim faktörleriyle optimal bileşimini sağlar, sonuçta bir yandan emek maliyetini azaltır diğer yandan emeğin verimliliğini artırır.

Emek katkısına göre bölüşüm ile üretim faktörlerine göre bölüşüm ilkesinin birleştirilmesi, sosyalist pazar ekonomisindeki değişik mülkiyet biçimlerinin bir arada var olmasını yansıtan bir olgudur. Marx'ın öne sürdüğü emek katkısına göre bölüşüm teorisinde, üretim araçları kamu mülkiyeti altındadır ve toplumun üyeleri yalnızca emek gücü sahiplerinden oluşmaktadır, dolayısıyla Marx'ın varsaydığı bu koşullarda bölüşüme konu olan şey yalnızca emek gücü sahipliğidir. Diğer deyişle bu toplumda emek gücü dışında bireylerin mülkiyet sahipliğine konu olan bir başka üretim faktörü yoktur. İşte bu nedenle, sadece bu varsayılan toplumsal koşullarda faktörlerin katkısına göre bölüşüm, kendisini doğrudan—Marx'ın teorisinde olduğu gibi—emek katkısına göre bölüşüm olarak ifade edecektir. Ancak tarihsel gerçeklere baktığımızda böylesi toplumsal koşul, insanlık tarihinde henüz hiçbir zaman var olamamıştır. Dolayısıyla da böylesi bir bölüşüm politikası henüz uygulanamayacaktır. Günümüz Çin'inde üretim faktörleri farklı öznelerin sahipliği altında bulunmaktadır, bu nedenle ülkede var olan tüm çağdaş mülkiyet biçimleri meşrudur ve bölüşümde yer almalıdır. Diğer deyişle, Çin'de emek gücü sahiplerinin yanı sıra, sermaye sahipleri, toprak sahipleri, patent almış bilgi sahipleri vb. mülkiyet biçimleri ve özneleri bulunmakta ve bunlar da pazar ekonomisi ilkesi çerçevesi içerisinde eşitlikçi yaklaşımla üretimin getirilerinin bölüşümüne katılmaktadır. Bu anlamda baktığımızda Çin'de emek gücü sahipliği ile diğer üretim faktörleri sahipliği arasında bir fark bulunmamaktadır. Bu anlamda emek gücü, üretim faktörlerinden birisidir ve emek gücü sahipliği, faktör sahipliğinin bir türüdür.  

Emek katkısına göre bölüşüm ile faktörlerin katkısına göre bölüşümün birleştirilmesi, sosyalizmin toplumda ortaklaşa refahın sağlanması amacının bir gereğidir. Bu amaç olmaksızın bu birleştirme çabasının temeli ve anlamı olmayacaktır. Ayrıca ortaklaşa refah amacı, yalnızca sosyalist bir talep değil, insan toplumunun uyumlu gelişmesinin de gereğidir. Uç düzeyde gelir eşitsizliği toplumu rahatsız edecek ve ekonomik gelişmeyi engelleyecektir. Kanımca ekonomik sistem reformları derinleştikçe ve sosyo-ekonomik gelişmede gelir bölüşümü üzerinden işleyen teşvik mekanizmaları yürürlüğe sokuldukça, Çin'deki toplumsal gruplar arasındaki gelir eşitsizliği daha da genişleyecektir. İşte tam da bu nedenle bizler bu iki bölüşüm politikasını birleştirirken, emek katkısına göre bölüşümün hakim konumda kalmasında ve emekçilerin makul bir gelir payı almasında ısrarlı olmalıyız. Diğer yandan makroekonomik kontrol araçlarına başvurarak, halkın yaşam standardının, ülkedeki toplumsal zenginlik artışına uyumlu/paralel bir düzeyde yükseltilmesini güvence altına almalıyız. 

Yalnızca bunlar yapılabildiği takdirde ülkede izlenen bölüşüm sistemi reformu Çin halkının gelişkin üretici güçlerinin, gelişkin kültürünün gelişme yönelimine ve üçüncüsü halkın ezici çoğunluğunun temel çıkarlarının gelişmesine yanıt verebilecektir.  

Dolayısıyla sosyalizmin ilk aşamasında yalnızca tek bir bölüşüm ilkesini (politikasını) kullanmak üretici güçlerin gelişmesine yarar sağlamayacaktır. Üretim sürecinde yer alan emek ve emek dışı faktörlerin bölüşüme katılması, ülkemizdeki bölüşüm sistemi ile ilgili tek seçenektir. Üretim faktörlerinin çoklu sahiplik koşulları altında olması nedeniyle, uygun temel bölüşüm sistemi; emek katkısına göre bölüşüm ile diğer faktörlere göre bölüşümün uygun bir birleşimi olmak durumundadır. Üretim faktörlerinin çoklu sahiplik koşulları, faktörlerin katkısına göre bölüşümü gerekli kılmaktadır. Bu anlamda üretim faktörlerinin toplumsal zenginliğin yaratılması sürecinde katkıda bulunuyor olması, faktörlere göre bölüşümün bir yandan makul olmasını, diğer yandan uygulanabilir olmasının temelidir. Birleştirme çabasının temeli budur.

Marksizmin temel görüşü olan bölüşüm ilişkilerinin, mülkiyet yapıları veya mülkiyet ilişkileri tarafından belirlendiğini unutmamalıyız. Üretim faktörlerinin bölüşüme katılmasına izin verilmesi, ne emek değer teorisinin inkârı ne de bu teorinin anlamının basitçe genişletilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Bölüşüm tarzı ve bölüşüm sistemi değer teorisi tarafından değil, üretim araçlarının mülkiyeti pratiği tarafından belirlenmektedir. Marx'ın mülkiyet biçiminin üretim ilişkilerini belirlediği biçimindeki teorisi, farklı toplumsal-ekonomik sistemlerin (köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum) değerlendirilmesi ile oluşturulmuş bir genellemedir. Dolayısıyla bu teori toplumsal sistem değişiklikleri olduğunda geçerliliğini yitirmemektedir. Ülkemizde emek katkısına göre bölüşümün hakim konumda bulunduğu, aynı zamanda diğer bölüşüm politikalarının varlığına izin veren bir bölüşüm sistemi savunulmaktadır. Bu sistem, sosyalist kamu mülkiyetinin temel olduğu fakat aynı zamanda diğer değişik mülkiyet biçimlerine izin verilen, temel ekonomik sistemin belirlediği bir gerçekliktir. Dolayısıyla "çağın değiştiği" gerekçesini öne sürülerek, bölüşümde mülkiyetin ve mülkiyetin gerçekleşme biçiminin belirleyici olduğu görmezden gelinemez.  

6.3 Toplumsal Adalete Vurgu

Toplumsal-ekonomik kaynakların dağılımında verimlilik veya etkinlik arayışı, dolayısıyla toplumsal ürünlerin eşit ve adil bölüşümü çabası insanlığın ekonomik faaliyetinin önemli bir hedefidir. Kanımca bu iki hedef, bir yandan birbirini tamamlamakta, diğer yandan çelişmekte ve birbirlerini etkilemektedirler, böylece toplumsal gelişmeye dinamizm sağlanmış olmaktadır. Adalet ve etkinlik arasındaki ilişkinin ele alınması, iktisadın sürekli tartıştığı ve bölüşüm mekanizması ile ilgili en önemli problemlerden birisi konumundadır. Ülkemizde adalet ve etkinliği içeren sağlıklı bir döngünün bulunduğu bir toplumsal gelişme mekanizmasının oluşturulması bölüşüm sisteminin en önemli hedefidir.

6.3.1 Adalet ile Verimlilik ve Aralarındaki İlişki

Eşitlik ve adalet ülkemizde uzun bir dönem boyunca sosyalist bölüşümün bir ilkesi olarak düşünülmüştür. ÇKP'nin 1992 yılındaki 14. Kongresi, ülkede bir sosyalist pazar ekonomisinin kurulmasını benimsemiş ve ülkenin yakın tarihinde ilk defa bölüşüm politikası olarak "adaleti gözeten bir etkinliğe öncelik verilmesi" görüşünü ortaya atmıştı5.

Bu teori ilk kez ortaya atıldığında, kamuoyunda, özellikle de teorik ve akademik çevrelerde çeşitli tartışmalar ortaya çıkmıştı. Bu ikisi arasındaki doğru ilişki uzun süredir sıcak bir tartışma konusu olma durumunu hala sürdürmektedir. Adalet ve etkinliğin birliği arayışının uzun bir tarihi bulunmaktadır.

Adalet ve Verimliliğin Kökleri ve Aralarındaki İlişki

A. Adalet

Adalet düşüncesi çok eski çağlardan bu yana insanları cezbetmiştir. Farklı sınıflar arasında, hatta aynı sınıfın dahi farkı tarihsel süreçlerde adalet üzerine görüşleri farklılaşmaktadır. Marksist adalet kavramının içeriğini dört anlam çerçevesinde inceleyebiliriz: 

Birincisi, adalet kavramsallaştırılmış bir değersel belirlenimdir. Diğer deyişle adalet insanların bir şeyin değerini değerlendirirken ortaya koydukları bir kavramdır. Böylece adalet bir yandan bir değerlendirme tarzıdır, diğer yandan bir kavramdır. Adalet aynı zamanda belirli duyguları, belirli teorileri, bir ideali, bakış açısını veya sistemi ifade eder. Adalet bakış açısı, ekonomi, siyaset, hukuk alanı ve idealler gibi toplumsal yaşamın birçok alanlarında etkili olmaktadır. Adalet bakış açısı, toplumsal ilişkilerin değerlendirilmesinde önemli bir ölçüttür.

İkincisi, adaleti yürürlükteki ekonomik yapılar ve toplumsal zenginliklerin bölüşümü üzerine kavramlar düzeyinde ele aldığımızda farklı toplumsal yapılarda (feodalizm / kapitalizm / sosyalizm) farklı adalet kavramlarının bulunduğunu görebiliriz, farklı sınıfların farklı adalet kavramlarına sahip olduğunu da biliyoruz. Bütün toplumsal ideolojilerde olduğu gibi adalet ideolojisinin de tarihsel süreklilik/miras alımı niteliği bulunmaktadır, fakat bununla birlikte mevcut ekonomik altyapıyı, ekonomik ilişkileri yansıtır, sosyo-ekonomik ilişkiler değiştiğinde toplumdaki adalet düşüncesi de o değişim geçirecektir.

Farklı çağların, farklı sınıfların ve farklı düşünce okulların, adalet üzerine farklı görüşleri olmuştur, dolayısıyla ezeli ve ebedi bir düşüncesi söz konusu değildir. Adaletin ölçütleri, tarihsel süreçle birlikte ilerlemekte ve ileriye doğru değişmektedir. Engels, eski Yunanlılar ve Romalıların köleciliğin adil olduğunu düşündüklerini, 1789 Fransız Devriminde adaletsiz bir sistem olan feodalizmin ortadan kaldırılması gerektiğini savunan kapitalist adalet kavramının öne sürüldüğünü analiz etmişti: "Prusya devletine hakim olan Prusya Junkerlerine (feodal aristokrasi) göre, Alman eyalet devletlerinin konfederasyon karşısında zayıf bir bağımsızlığı dahi adaletsizlik olarak nitelenmiştir."6

Üçüncüsü, kapitalist bir toplumdaki adalet sadece yüzeysel ve görünümdür, derinlemesine bir analiz bu toplumda hakiki bir adalet olmadığını kanıtlamaktadır. Marx, kapitalistlerin işçilerin ürettiği artı değere el koyduklarından yola çıkarak, bu toplumdaki sözde "eş değerlerin değişimi" teorisinin ve her bireyin "yasalar önünde eşitliğinin" hakiki bir içeriğinin olmadığına işaret etmişti. Marx şöyle yazıyordu: "Emek gücünün" tüm kapitalistler tarafından eşit bir biçimde sömürülmesi, kapitalizmin temel insan hakkıdır." "Burjuvazi, özellikle temsili sistem bağlamında, iktidarın ve otoritenin ademi-merkeziyetçi bir yapıda olmasından pek hoşlanır. Ne var ki, fabrika yasalarını düzenlerken—kendi koyduğu özel yasalarla—fabrikalarda tam bir otokrasi oluşturmaya çalışır". "Birikim, toplumsal zenginlikler dünyasının fethedilmesidir. Birikim, aynı zamanda sömürülen insan sayısının genişlemesidir, aynı zamanda kapitalistlerin doğrudan ve dolaylı egemenliğini genişletir."

Dördüncüsü, kanımca yalnızca sosyalizm, üretim araçları üzerinde kamusal mülkiyeti ve gerçek sosyalist eşitliği inşa ederek hakiki anlamda bir toplumsal adaleti gerçekleştirebilir. Marx ve Engels "Felsefenin Sefaleti", "Konut Sorunu", "Gotha Programının Eleştirisi", "Anti-Dühring" ve başka eserlerde adalet sorununu enine boyuna tartışarak, kapitalist toplumda gerçek adaletin olmadığını analiz etmişlerdi. Onlar, yalnızca devrimci mücadele ile, adaletsiz kapitalist toplumsal sistemi alaşağı ederek, üretim araçlarının kamusal mülkiyetini ve sosyalizmi inşa ederek, sınıfların ve sınıfsal baskının var olmadığı komünizmi gerçekleştirerek gerçek toplumsal adaleti sağlayabileceğimizi ortaya koymuşlardı. Ne var ki, ilk aşamada, yani toplumdaki bireylerin üretim araçları üzerinde sahipliğinin sürdüğü sosyalizmin ilk başlangıç evresinde, bireylerin eşitlik ve adaleti yaşayabilmeleri sadece ve sadece üretim araçları ile ilişkileri temelinde olanaklıdır. Ayrıca bu aşamadaki bölüşümde aynı zamanda eşit emek değerleri arasında karşılıklı değişim politikasını uygulamada ısrar etmeliyiz. Bu aşamada eşitlik ve adalet, emeğin (emeklerin) eşitliğini-emekler arası eşitliği- savunmak ve gerçekleştirmek anlamına gelmektedir, diğer deyişle emekçilerin eşit emek katkılarının, eşit bedel ile karşılanması hakkının gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Bu aşamadaki bu türden bir eşitlik ve adaletin temelinde, sosyalizmin başlangıç aşamasındaki üretici güçlerin gelişkinlik düzeyinin sınırlaması bulunmaktadır, bu nesnel gerçeğin reddedilmesi veya üzerinden atlama çabası sorunlu bir eşitlikçiliğe yol açarak ve üretici güçlerin gelişmesine ve üretkenliğe zarar verecektir. 

B. Verimlilik

Verimlilikdüşüncesinin de çok eski bir tarihsel geçmişi bulunmaktadır. Batılı klasik burjuva iktisadı, erken dönemlerinden itibaren toplumsal zenginliğin kaynağı üzerine tartışmalar yürütmüştür. Toplumsal zenginlik birkaç faktör (emek, sermaye ve toprak) tarafından yaratıldığı için etkinlik/verimlilik sorunu da erken dönemlerden itibaren tartışılmış Batı burjuva iktisadının temel bir başlığı haline gelmiştir. Batı iktisadının tartıştığı etkinlik en özet ifade ile kaynakların dağılımında/tahsisinde etkinliktir. Basitçe ifade edersem Batı iktisadının tartıştığı etkinlik, ekonomik yapıların insanlara ihtiyaç duydukları malları ve emek hizmetlerini en düşük maliyetle sunması anlamına gelir. Bunun yaygın kabul edilen resmi bir tanımı Pareto verimliliği ya da Pareto optimumu olarak bilinir. İtalyan iktisatçı Pareto, 1906'da yayınlanan "Ekonomi Politik El Kitabı" adlı eserinde "en öncelikli tercih edilen durum" kavramını ortaya atmıştı. Onun getirdiği bu yaklaşıma göre "en öncelikli tercih edilen durum" şudur: "En öncelikli tercih edilen durumda" herhangi bir ufak veya sınırlı değişim başkalarının tercihinde artışa ve diğer bazı başkalarının tercihinde ise düşüşe neden olacaktır.  Buna "Pareto etkinlik teorisi" ya da "Pareto optimumu teorisi" olarak anılır.

Pareto tam ve mükemmel rekabet dengesinin kaynakların etkin (tahsisine) dağılımına yol açacağını inanıyordu, o araştırmalarıyla Adam Smith'in "görünmez el" teorisini daha da derinleştirmeyi umut ediyordu. Birçok Batılı burjuva iktisatçı, Pareto'nun etkinlik teorisini incelemiş ve en optimal koşulların şunlar olduğunu saptamışlardır:

Birincisi, optimal hala getirilmiş değişim koşulları; herhangi iki metanın (birbirini) marjinal ikame edebilme oranı bütün tüketiciler için eşit olmalıdır.

İkincisi, optimal hale getirilmiş üretim koşulları: herhangi iki faktörün (birbirini) marjinal değişim/dönüşüm oranı bütün üreticiler için aynı olmalıdır.

Üçüncüsü, optimal hale getirilmiş üretim ve değişim koşulları: Herhangi iki ürünün marjinal dönüşümü bunların marjinal ikame edilme oranına eşit olmalıdır.

Bu üç koşul sağlanabildiğinde bir ülkenin ekonomik sistemi Pareto optimumuna* ulaşabilecektir. Ancak neredeyse bütün Batılı iktisatçılar, bu üç koşulun ancak ideal bir dünyada ve "ideal koşullarda" ortaya çıkabileceğini kabul etmektedirler. Bu anlamda gerçek dünyada tam rekabeti sağlamak olanaksız olacaktır. Pazar başarısızlığı teorisi ve pratiği ile bir gerçekliktir ve pazar ekonomisinde etkinlik zaafı yaşanabilmektedir. Dolayısıyla kaynakların dağılımında optimal durum sağlanamamaktadır ve bu da pazar ekonomisinin düzenlemeler (makro-kontrol) olmaksızın düşük verimliliğe açık olduğunu ortaya koymaktadır. Bazı iktisatçılar ise düşük etkinliğin yalnızca planlı ekonomilerde olacağını, buna karşın pazar ekonomisinin bu sorunları yaşamayacağını savunmaktadırlar, kanımca bunu bilimsel olarak kanıtlamak oldukça zor olacaktır.

Marx ve Engels'in verimlilikle ilgili düşünceleri, esas olarak iki noktaya odaklanmıştır:

Birincisi, ekonomik verimliliğin açılımını yapmaya çalışmışlardır. Engels "Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Ana Hatları" adlı çalışmasında şöyle yazmıştı: "Değer, üretim maliyetleri ile fayda/kullanım arasındaki ilişkidir." Değerin ilk uygulaması, belirli bir metanın üretilip üretilmeyeceğine karar verilmedir. Daha tam söylersek, bu metanın faydası, üretim maliyetini dengeleyebilmekte midir?  Yalnızca bu dengeleme söz konusu olduğu takdirde değeri değişime uygulamaktan söz edebiliriz. Eğer iki nesnenin üretim maliyeti aynı ise, bu ikisinin karşılaştırmalı değerini belirleyen şey kullanım/fayda olacaktır." Daha sonra Engels bu konuya "Anti-Dühring" kitabında yeniden ele almıştır, Engels, bu eserinde komünist toplumda da fayda/kullanım ile üretim maliyetinin karşılaştırılması probleminin varlığını sürdüreceğine dikkat çekmişti. Bu toplumda da üretim maliyeti, belirli bir metanın üretilmesi sırasında harcanın gerekli emek zamanı olacaktır. Bu emek, canlı emek (insan) ve maddeleşmiş emeği birlikte içerecektir. Engels burada verimlilik ile fayda ve kullanım değeri arasında bağlantı kurar: Kullanım değerleri, toplumun ihtiyaç duyduğu ürünlerdir. En az üretim maliyetiyle, azami faydanın üretilebildiği koşul, işte bu durum optimum değer durumuna ulaşılması anlamına gelecektir. Ekonomik verimlilik, en az canlı emek harcanması ve en fazla maddi-nesne (doğal malzeme) harcanarak en büyük miktarda—toplumsal olarak ihtiyaç duyulan—ürünlerin üretilmesidir. Dolayısıyla aslında Engels'in "değer, üretim maliyetleri ile fayda/kullanım arasındaki ilişkidir" önermesi ekonomik verimlilik/etkinlik ile ilgili bir önermedir. 

İkincisi, Marx ve Engels, ekonomik verimliği artırmanın yollarını da incelemişlerdir. Marx "Kapital" adlı kitabında şöyle yazmıştı:  "üretkenlik artışından kastettiğimiz şey, üretim süreci içinde belirli bir metanın üretilmesi için gerekli toplumsal emek zamanını kısaltan türden bir değişikliktir, bu değişiklik daha az emek miktarı, daha büyük miktarda kullanım değerinin üretilebilmesini sağlayabilmelidir." Üretim zamanını kısaltmanın başlıca yolu, üretkenliğin artırılmasıdır. Genelde sanayinin ilerlemesi denilen şey budur. Marx aynı eserde şöyle yazar: "Toplumun fiili zenginliği, toplumun yeniden üretim sürecinin sürekli bir biçimde gelişme olanağı, artı-emek süresine bağımlı değildir, aksine bir yandan emeğin verimliliğine, diğer yandan üretimin koşullarının ne kadar az veya çok üretken oluşuna bağımlıdır-emeğin içinde faaliyet gösterdiği bu koşullar—pahalı makineler vb. alımı nedeniyle toplam yatırımın parasal hacmi artmamış ise, kar bölü toplam sermaye oranı, yani kâr oranı yükselecektir. Böylece sabit sermayeden tasarruf edilmesi, bir yandan kâr oranını yükseltecek, öte yandan da daha fazla döner sermayeyi serbest bırakacaktır." Dolayısıyla bu koşulun sağlanması kapitalistler için çok önemlidir.      

C. Adalet ve Verimlilik arasındaki İlişkiler

Tarihte çok eski çağlardan bu yana adalet ve verimlilik üzerine araştırmalar yapılmış olmasına karşın, bu ikisi arasındaki ilişki pek fazla incelenmiş değildir.  Genellikle idealist tarih kavramı perspektifinin etkisi altında olan Batılı burjuva iktisatçıları, kapitalist üretim tarzının kusursuz ve uyumlu bir sistem olduğuna inanmış, kapitalizmin bir devrimle aşılmasını dikkate almamışlardır. Dolayısıyla erken dönem Batılı burjuva iktisatçıları, kapitalist sistemin koşullarını değişmeyecek sabit bir verili koşul olarak, bu koşulların dışına çıkmayan bir yaklaşımla kaynakların dağılımında verimlilik sorunu üzerinde incelemeler yapmışlar, adaletsiz toplumsal bölüşüm sorununu ve adaletsiz toplumsal bölüşüm ile verimlilik arasındaki çelişkileri gözlerden gizlemeye çalışmışlardır.

Batılı iktisatçılar, 1970'li yıllarda adalet ve verimlilik arasındaki ilişki üzerine daha derinlemesine araştırmalar yapmaya başlamışlardır. Batılı iktisat teorileri genellikle adalet ve verimliliğin aynı anda elde edilemeyeceği yaklaşımından yola çıktıkları için çağdaş ekonomilerde asıl sorunun hangisine öncelik verileceği sorunu olduğunu düşünmüşlerdir, asıl muamma budur. Bu noktada esas olarak üç görüş bulunmaktadır: Birincisi, önceliği verimliliğe vermek, ikincisi adalete ve üçüncüsü de önceliği aynı anda ikisine birden verme yaklaşımı.

Marx ve Engels, görece erken bir çağda adalet ile verimlilik arasındaki ilişkileri derinlemesine incelemişlerdir. Onlar kapitalist üretim tarzının temel hedefinin ne olduğunu açığa çıkarmaya çalışan ve kapitalizm koşullarda adalet ile verimlilik sorununu derinlemesine inceleyen ilk düşünürlerdi. Marx ve Engels, feodal üretim tarzıyla kıyaslandığında serbest rekabetçi kapitalist üretim tarzının daha verimli olduğunu teyit etmişlerdi. "Komünist Manifesto"da şu ifadeleri görüyoruz: "Bir yüzyıldan az bir zaman süren iktidar koşulları içinde kapitalist sınıfın yaratmış olduğu devasa üretici güçler bütün geçmiş çağlarda yaratılan üretici güçlerden daha fazladır. Doğanın güçlerinin insana tabi kılınması, makine kullanımı, kimyanın sanayi ve tarıma uygulanma düzeyi, buharlı gemilerin kullanımı, demiryollarının ve telgrafın kullanılması, tüm kıtaların ekime açılması yaygınlaşması, nehirlerin deniz yollarına dönüştürülmesi, büyük insan kitlelerinin tümüyle topraklardan terk etmek durumda kalmaları7 geçmiş herhangi bir yüzyılda, toplumsal emeğin bağrında, böylesine güçlü bir üretici güçleri beklenebilir miydi?"

Marx ve Engels'e göre kapitalist üretim tarzının böylesine büyük bir güçlü üretici güçleri yaratabilmesinin nedeni, kapitalist üretim tarzının üretici güçlerin gelişme gereksinimine yanıt verebilmesi ve üretici güçlerin feodal mülkiyetten ve egemenlikten özgürleşebilmesidir. Ne var ki, toplumsal üretici güçler geliştikçe yavaş yavaş kapitalist üretim tarzının diğer bir yönü ortaya çıkmaya başlamıştır. Kapitalist özel mülkiyet, sermaye katkısına göre bölüşüm ve üçüncüsü artı değer yasası, tüm bunlar toplumsal zenginliğin bölüşümünde büyük bir adaletsizliğe götürmüştür. Proleterlerin gelirleri küçülmüş, proleterlerin efektif talep düzeyi azalmış, üretilen ürünler satılamaz hale gelmiştir, tüm bunlar dönemsel kapitalist ekonomik krizleri getirmiştir.

Marx şöyle yazmıştı: "Sanayi ve ticaretin tarihi, denilen şey modern üretici güçlerin, modern üretim ilişkilerine karşı savaşından başka bir şey değildir. Bu savaş aynı zamanda kapitalist sınıfa onun varlığını koruyan iktidarın koşulu olan mülkiyet sistemine karşıdır." Dönem dönem krizler tekrar ortaya çıktığına, kapitalist toplumda üretilen ürünler ve üretici güçler büyük bir tahribata uğradığında, kapitalist sınıf bu tür krizleri nasıl aşmaya çalışmaktadır? Onlar bir yandan daha fazla üretici güçleri –büyük ölçekte tahrip etmeye yönelirken, öte yandan ise yeni pazarlar keşfetmeye çaba göstermekte ve eski pazarlardan da tam olarak yararlanmaya çalışmaktadırlar.

Onların bu yönteminin özü nedir? Bu yöntem aslında kaçınılmaz olarak daha şiddetli krizlere götüren bir yoldan başka bir şey değildir. Bu yöntemin uygulanmasının nedeni, sürekli yaşanan krizler karşısında kapitalistler için krizleri önleyecek çözüm yollarının giderek tükenmeye başlamasıdır. Marx'a göre "şimdi artık kapitalistlerin feodalizmi alt etmek için kullandıkları silahlar, kendilerine yöneltilmiştir."

Marx ve Engels tarafından yapılan bu tür dinamik ve özgün analizlere göre, kapitalist üretim tarzı başlangıçta verimli olabilmiş, fakat toplumsal adalet açısından önemli sorunlar üretmiştir. Toplumsal adalet sorunu verimliliği engellemeye başlamıştır. İşte bu nedenle kapitalist üretim tarzı, yeni ve daha verimli bir üretim tarzıyla yer değiştirmek zorundadır.

Bir bakıma insan toplumu, adalet/eşitlik ile verimlilik arasındaki çelişkinin devinimi aracılığıyla ilerlemektedir. Marx ve Engels, gerçek anlamda adil bir bölüşümün sadece "herkesin topluma elinden gelen en büyük katkıda bulunduğu ve bu bireylerin toplumdan ihtiyacına göre aldığı" komünist toplumda olabileceğine inanıyorlardı. Ancak bu tür bir bölüşüm tarzının gerçekleşmesi maddi ürünlerin bolluğunu, yani diğer deyişle verimliliğin çok yüksek düzeyde artmış olmasını gerektirir. Öte yandan komünist toplumla birlikte bu adil bölüşümün gerçekleştirilmesi ve bireylerin çok yönlü ve bütünsel bir tarzda gelişmesiyle birlikte, verimlilik daha da artacak ve bütün kolektif zenginlik kaynakları özgürce akabilecektir. 

Adalet ve Verimlilik arasındaki İlişkilerin İktisat Açısından İncelenmesi 

Adalet ve verimlilik, bütün toplumsal alanlarda yaygın bir biçimde kullanılan iki kavramdır. Ancak bu kavramlar farklı alanlarda farklı anlamları kazanmaktadırlar. Aşağıda bu iki kavramı iktisadi perspektiften inceleyeceğiz.

İktisatta eşitlik, insanların ekonomik faaliyetlere katılımda 4 alanda fırsatların, kuralların/yasaların, sonuçların ve hakların elde edilmesindeki eşitliğe sahip olmaları anlamına gelmektedir.

Fırsatta adalet, ekonomik faaliyetlere katılımdaki fırsatlar bakımından başlangıç noktasında adalet olması ve bölüşümün eşit olmasıdır. Fırsatta adalet, herkesin aynı başlangıç noktasından yarışa başladığı, insanlar arasındaki farkın yalnızca bitiş çizgisinde ortaya çıktığı bir yarış gibidir.

Yasalar karşısında adil olunması, sistemin adaletidir, yani devlet tarafından yapılan bütün bölüşüm yasaları ya da iş dünyasının uyguladığı bütün bölüşüm sistemleri herkes için eşit ve adil olmalıdır.

Sonuç düzleminde adalet, bölüşümden yararlanmadaki adaleti gösterir. Yani her bir toplum üyesinin emek katkısına veya elindeki üretim faktörünün katkısına eşit bir ücret veya gelir alması gerektiği anlamına gelir. Tüm bireylerin kişisel/özel emeklerinin veya sundukları üretim faktörlerinin eşit olmaması, kaçınılmaz olarak bölüşümde eşitsizliklere yol açar. Fakat belirli bir tarihsel anda veya koşulda bu eşitsizlik adil olabilir. 

Haklarda adalet, asgari yaşam koşullarına sahip olmada adalettir. İnsanlar birbirinden farklıdır, dolayısıyla insanlar eşit fırsatlara sahip olmalarına veya eşit yasalara/kurallara tabi olmalarına karşın gelir bölüşümünde farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Ancak sosyalizme göre bu farklılık çok büyük olmamalı, insanların çoğu bu farklılaşma düzeyini kabul edebilmeli makul görebilmelidir. Asgari yaşam (haklarda adalet), hakkı herkes için vardır ve herkes bu haklar bakımından eşit olmalıdır.  Bu hakkı güvenceye almak için belli koşullarda bölüşüm eşit bir biçimde yapılır. Örneğin, doğal bir felaket olduğunda, yardım yiyecekleri eşit olarak dağıtılmalıdır. Bir şehir su sıkıntısı yaşadığında, şehir yönetimi kısıtlı suyu vatandaşlara eşit olarak dağıtmalıdır.

Fırsat, kural, sonuç ve hak eşitliği, adaletin dört katmanıdır. Bu dört katman organik bir bütün oluşturur ve bunların tek tek hepsi vazgeçilmezdir. Bazı araştırmacıların adalet konusunda kapsamlı bir kavrayışa sahip olamamasının nedeni, bu dört katmanı bütünlüğü içinde ele almamakta olmamalarıdır.

B. Verimlilik, Girdi ve Çıktı arasındaki İlişkilerin Göstergesidir

İktisat biliminde verimlilik esas olarak girdi ve çıktı arasındaki ilişkileri inceler ve yansıtır. Bu anlamda verimliliğin üç katmanlı bir anlamı vardır:

Birincisi, girdi ve çıktının düzeyidir. Girdiler sabit kalmak kaydıyla, en büyük çıktıyı elde etmeye çalışmamız gerekir; eğer çıktı sabit ise, en küçük girdiyi hedeflememiz gerekir.

İkincisi, toplumsal talebin karşılanma derecesidir. Üretilen ürünler ve hizmetler toplumsal talebi dikkati almalıdır. Aksi takdirde daha fazla üretim oldukça, daha fazla israf olacaktır.

Üçüncüsü, üretimin çevre ve ekoloji üzerine etkisidir. Örneğin bir üretim çok fazla gürültüye ya da ciddi bir çevre kirlenmesine neden olabilir. İş adamları veya şirketler bakımından bu üretim verimli görünebilir, ancak toplumun bakış açısından bu üretim verimsiz ya da olumsuz bir üretim anlamına gelecektir. Dolayısıyla verimliliği yalnızca üretim ve işletmelerin perspektifinden değil, aynı zamanda üretim, talep ve sürdürülebilir gelişmenin ve ekolojinin bütünlüğü temelinde ele almalıyız. Özellikle ülkemizde üretimin yaygın tarzdan yoğun (intensif) tarza, kaynakları yağmalayıcı gelişme tarzından sürdürülebilir gelişme tarzına geçtiği bugünkü koşullarda verimlilik kavramının anlamlarını zenginleştirmemiz gerekmektedir.

C. Adalet ve Verimlilik arasındaki Diyalektik İlişki

Bilim insanları arasında adalet ve verimlilik arasındaki ilişki üzerine esas olarak iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş, bu ikisine birbirine karşıt olgular olarak bakmaktadır. Bazı düşünürler, bunların ikisine aynı anda ulaşılamayacağını düşünüyorlar; dolayısıyla verimlilik arayışı için adalete kurban edilmelidir, ya da bunun tersi olmalıdır. İkinci görüş ise bu ikisini birleştirmekte, bunlar arasındaki çelişkili ilişkiyi görmezden gelmektedir. Kanımca bu iki görüş de tek yanlıdır. Adalet ve verimlilik arasında hem bir birlik, aynı zamanda bir karşıtlık bulunmaktadır. Böylece adalet ve verimlilik arasındaki ilişki, karşıtların birliğini ve mücadelesini bir arada yansıtan diyalektik bir ilişkidir ve bir bütündür, birbirleri ile karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindedirler. Bu anlamda birbirinin temelini oluştururlar. Biri olmadan diğeri olmayacaktır.

Eğer verimlilik artmazsa pastanın büyümeyeceğini, adaleti güvence altına alacak ve artan toplumsal sorunların çözümünü engelleyecek, sürdürülebilir gerçekçi tedbirlerin uygulanmasının çok zor olacağını hepimiz biliyoruz. Eğer adalete dikkat göstermediğimiz takdirde ve gelir eşitsizliği artarsa, özellikle de bölüşüm kuralları/yasaları ve bölüşümle ilgili işlemler adil olmazsa, verimlilik düşecek, hatta toplumsal istikrar dahi bundan olumsuz etkilenebilecektir. Verimlilik ile adalet, bu ikisi birbirinin karşıtıdır, çünkü eğer adalete gereğinden fazla vurgu yaparsak ve sorunlu "eşitlikçiliği" uygularsak, verimlilik bundan olumsuz etkilenecektir; eğer verimliliğe aşırı vurgu yapar ve adaleti tamamen ikinci plana atarsak, bundan adalet olumsuz etkilenecektir.

Adalet ve verimlilik arasındaki gerçek işleyişte iki sonuçla karşılaşabiliriz: Birincisi, ikisinin bir diğerini karşılıklı olarak teşvik ettiği bir gelişmedir. Bu durumda ekonomik verimlilik arttığında, bölüşüm de daha adil olacaktır, bölüşüm adilleştikçe verimlilik daha da yükselecektir. İkinci sonuç, her ikisinin bir diğerini karşılıklı engellediği sonuçtur. Yani verimlilik düşerken, bölüşüm de daha az adil olmaya başlayacaktır veya bölüşümün adil olmayışı, verimliliği daha da düşürecektir. 

Veya da verimliliğin düşük olduğu koşullarda ve bölüşümde sorunlu "eşitlikçilik" uygulanırsa; bölüşümde mutlak eşitlikçi yaklaşım egemen olursa, düşük olan verimlilik daha da düşecektir.

Yukarıdaki birinci sonuç olumlu bir döngüdür, öte yandan ikinci döngü olumsuz bir döngü olacaktır. Peki, olumlu döngü nasıl gerçekleştirilebilir, yani en az eşitsizlikle en yüksek verimlilik nasıl elde edilebilir? Veya en az verimlilik kaybıyla, en yüksek adalet nasıl sağlanabilir? Kanımca, teorik düzlemde, bu sorunu çözmenin kilit noktası, bu ikisi arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisini doğru tanımlamaktadır.  Pratik/politik düzlemde ise bu ikisi eşit düzeyde dikkat göstermeli ve tek yanlı yaklaşımdan, birine vurgu yaparken, diğerini görmezden gelme tutumundan kaçınmalıyız. Hatta bunları birbirlerinin yerine geçirmek en olumsuz çözüm olacaktır. 

6.3.2 Adalet ve Verimlilik arasındaki İlişkinin Ele Alınmasında Çin'in Politikalarının Değişimi

Üretim araçlarının sosyalist toplumsal dönüşümünün tamamlandığı 1956'dan bu yana adalet ve verimlilik arasındaki ilişki konusundaki anlayışımızda görece muazzam değişiklikler yaşanmıştır. Bu süreçte esas olarak dört aşamadan söz edebiliriz:

Birinci aşama 1956'dan 1978'e kadar olan süreçtir. Bu dönemde adalet ve verimlilik arasındaki ilişkiye ilişkin pratik çalışmamız, "adalete öncelik vermek" düşüncesinin önderliğinde yürütülmüştür. O dönemde genellikle sosyalizmin en büyük erdeminin adalet olduğuna inanılmıştır. Bu anlamda adaletin gerçekleştirilmesi için üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin, sermayeye göre bölüşüm ilkesinin, meta ve para arasındaki ilişkilerin yok edilmesi gerektiğine inanılıyordu.

Bu düşüncenin kılavuzluğunda sosyalist kamu mülkiyeti sistemini, emek katkısına göre bölüşüm sistemi ve planlı ekonomi inşa edilmiştir. O dönemde "adalete öncelik vermeye" vurgu yapmış olmamıza karşın pratikte gerçekte yapılan "sonuçta adalete" ulaşmanın hedeflenmesidir. Fırsat, kural, sonuç ve hak ilkeleri (adaletin 4 boyutu) birlikte bütünsel bir biçimde ele alınıp bütünleştirilememiştir.

Bir yandan birey ile birey, diğer yandan bir işletme ile diğer işletme arasındaki çıkar farklılıkları göz ardı edilmiş, kişinin katkısı ile geliri arasındaki ilişki doğru bir biçimde ele alınmamış, dolayısıyla bireylerin ve şirketlerin coşkusu engellenmiş, verimlilik artışı sağlanamamıştır. Sonuçta ekonomik ve toplumsal gelişme istenen düzeye ulaşamamıştır. Bunun anlamı bu dönemde bu tarihsel aşamada bir yandan toplumsal adaletsizlik diğer yandan sorunlu "eşitlikçiliğin" ortaya çıkmış olmasıdır.

İkinci aşama 1979'dan 1993'e uzanan süreçtir. Bu aşama, "adalete öncelik verme" döneminden "verimliliğe öncelik verme" dönemine geçiş yıllarıdır. Reform ve dışa açılma stratejisinin uygulamaya sokulması ile birlikte verimlilik halkın ve kamuoyunun dikkatini daha çok çekmeye başlamıştır. Bu dönemde geçmişte benimsediğimiz adalet ve verimlilik ilişkisi anlayışımızda mevcut olan yanlışları düzeltmeye ve ekonomide değişik mülkiyet biçimlerini teşvik etmeye başladık. Bölüşüm sisteminde ise bazı bireylerin ve bazı bölgelerin diğerlerinden daha önce zenginleşmelerine izin verilen bir yaklaşıma geçilmiştir. Meta ekonomisi geliştirilmiş ve pazar mekanizmasının düzenleyici rolünü tam olarak gerçekleştirmesi yönünde önemli adımlar atılmıştır.

Kırsal alanlarda başlatılan ve uygulanan reformlar, verimliliği öne çıkaran bir yaklaşımla kentsel bölgelere kaydırılmış, ekonomik gelişmeye güçlü ve canlı dinamizm şırınga edilmiştir. Bu alanda önemli başarılar elde edilebilmiştir. ÇKP'nin 13. Kongresi verimliliğin geliştirilmesini temel alırken toplumsal adaletin korunması politikasını benimsemiştir. Ardından 5 yıl sonra ÇKP'nin 14.  Kongresi, daha açık bir tanım getirmiştir. Bölüşüm sistemimiz, "verimlilik ve adalete her ikisine gerekli ağırlığı" vererek emek katkısına göre bölüşümü temel biçim, diğer bölüşüm biçimlerini tamamlayıcı bir tarzda ele almalıdır. Bu aşamada, bir yandan, verimlilik ve adaletin bölüşümün iki temel alanı olduğu bilinci oluşmuş, böylece ikisine de aynı ölçüde dikkat gösterilmesi gerektiği kavranmış, öte yandan, "verimlilik ve adalete her ikisine de gerekli ağırlığı" vermek politikasının geçmişteki sorunlu "eşitlikçiliği" düzeltmeye yetmeyeceği düşünülmüştür. Bu yalnızca bir geçişsel/ara bir formülasyondu, verimliliğin daha büyük bir öncelik taşıdığı döneme geçmek gerekecekti.

Üçüncü aşama 1993'ten 2002'ye kadar sürmüştür. 14. Merkez Komitesi'nin 3. Tam Katılımlı Oturumu ile birlikte Parti, adalet ile verimlilik arasındaki ilişkiyi ele alırken "verimliliğe öncelik vermenin" önemine vurgu yapan bir yaklaşımı benimsemiştir.

Bu oturum "Sosyalist Pazar Ekonomisinin İyileştirilmesiyle İlgili Sorunlar Üzerine ÇKP Merkez Komitesi Kararı" adlı bir belgeyi onaylamış ve bu karar, ilk olarak "adalet göz önünde bulundurmakla birlikte verimliliğe öncelik verilmelidir" formülasyonunu getirmiştir. Bunun anlamı bu ikisine eşit vurgu yapılması yaklaşımının değiştirilerek verimliliğin birincil konuma ve adaletin de onun ardından ele alınması gerektiğinin savunulmasıydı.  Bu, iktidardaki partinin bölüşüm ilkesi konusunda yaptığı önemli bir değişiklikti. ÇKP'nin 15. Kongresi, bu formülasyonu onaylamış ve desteklemiştir.  16. Kongre ise bu yaklaşımı daha da geliştirerek "birincil bölüşümde verimliliğe vurgu yapılması gerektiğini, yeniden bölüşüm sırasında (ikincil bölüşümde) ise adalete vurgu yapılması gerektiğini" önermiştir. 

Komünist Parti, toplumsal eşitlik ve adaleti savunmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Öyleyse Komünist Partisi'nin yönettiği bir ülkede adalet ilkesi neden verimlilik karşısında ikinci sıraya konulmuştu? Bunun nedeni, ülkenin az gelişmiş ekonomisidir ve bu yapı içinde kısa bir zaman içinde halkın yaşam standartlarını yükseltmek ve değişik toplumsal sorunları halletmenin çok zor olacağının düşünülmesidir. Ayrıca, bu kararların alındığı tarihsel koşullarda ülke içindeki ve yurt dışında uluslararası ilişkilerde meydana derin değişiklikler ve gelişen yeni eğilimler, Çin için büyük fırsatlar ve ciddi meydan okumalar yaratmıştı. Bu koşullarda ayak bağı düşüncelerin aşılarak zihinlerin özgürleştirilmesi, ülkenin gelişmesinin hızlandırılması ve bu tarihsel aşamada ülkenin önüne çıkmış bulunan fırsatların kaçırılmaması gerekiyordu. Bu koşullarda gelişme mutlak ve en öncelikli ilkedir ve Çin'in karşılaştığı bütün problemlerin çözülmesinde anahtar konumunda olan bir sorundur, yaklaşımı benimsenmiştir.

Dolayısıyla bu çerçeve içinde verimlilik ilkesinin öne çıkarılmasını, ülkenin toplumsal zenginliğinin arttırılmasına önem verilmesini, ülke ekonomisinin geliştirilmesini öne çıkarmayı anlamak zor olmayacaktır. Bu koşullarda verimliliği geliştirmek esas problem durumuna gelmiştir. Ayrıca üretici güçlerin gelişmesinin önündeki en önemli engelleyici faktör, hala sorunlu "eşitlikçilik" olarak düşünülmüştür. Verimliliği geliştirmek için bu tür eşitlikçiliği ortadan kaldırmak, makul gelir farklılıklarını onaylamak, bazı bölgelerin ve bazı bireylerin dürüst emek harcayarak ve meşru faaliyetler yoluyla diğerlerinden daha önce zenginleşmelerine izin verilmesi gerektiği düşünülmüştür. "Adalet göz önünde bulundurmakla birlikte, verimliliğe öncelik verilmelidir" formülasyonu ve politikası, bu koşullar altında ortaya konulmuştur.

2002'den Bugüne

Dördüncü aşama, ÇKP'nin 2002 sonundaki 16. Kongresi bazı yeni önemli stratejik düşünceler ortaya atılmıştır. Bu koşullarda geçmişteki reform politikaları ve tedbirleri üzerine yeniden düşünülmeye, aynı zamanda "Adalet göz önünde bulundurmakla birlikte, verimliliğe öncelik verilmelidir" yaklaşımı yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bu yeniden düşünme zorunlu olarak bir inkar değil, ama politikaların geliştirilmesi ihtiyacının bir sonucuydu. Bu arayışlar ışığında ÇKP Merkez Komitesi, "gelişmede tempoyu ve ortaya çıkan canlılığı sürdürmeye devam etmekle birlikte, adalete daha fazla dikkat gösterilmesi" biçiminde formüle edilen yeni bir politika benimsedi. Bu doğrultuda yeni bir kavram olarak "birinci önceliği halkın ihtiyaçlarına vermek" kavramı ortaya atıldı.  Bu yaklaşım 16.Merkez Komitesi'nin 3, 4, 5 ve 6. Tam Katılımlı Oturumlarındaki belgelerde de onaylanmış, çeşitli tamamlayıcı ilaveler yapılmıştır. Bu 4.aşamada bölüşüm politikasındaki temel eğilimi "verimliliği sürdürürken, adalete vurgu yapmak" olarak formüle edebiliriz. Halen bu aşama sürmekte ve bu alanda yapılacak çok şey bulunmaktadır. Neler, yapıldığını ve yapılması hakkındaki görüşlerimizi ilerde tartışacağız.

Yukarıda sayılan dört aşamanın sınıflandırmasını, o aşamanın genel koşullarını dikkate alarak yaptım. Dolayısıyla "adalete öncelik verilen" aşamada aynı zamanda adaletsizlikler de söz konusu olmuştur. Tabii ki "verimliliğe öncelik verilen aşamada" düşük verimlilik ya da sorunlu "eşitlikçilikten" kaynaklanan problemler de yaşanmıştır. Ayrıca bu unsurlardan hangisine odaklanılırsa odaklanılsın, diğeri kesinlikle kurban edilmemelidir.

6.3.3 Adil Bölüşüm Sorununu Çözmede Başlıca Tedbirler

Çin'de hala değişik mülkiyet biçimlerinin bir arada varlığı nedeniyle, emek katkısına göre bölüşümün kendisi, verimlilik ile adalet arasındaki çelişkiyi çözmekte yeterli olmamaktadır. Üretim faktörlerinin bölüşüme katılmasına izin verilmesinin sunduğu avantaj şudur: Böylece kaynakların dağılımında (tahsisinde) optimazyon sağlanmakta, sonuçta da kaynaklardan yararlanma oranımız yükselmektedir. Ne var ki Çin'de yalnızca çok küçük bir toplum kesimi doğrudan üretim faktörlerine sahiptirler veya üretim faktörlerini kullanabilmektedirler, dolayısıyla faktörlere göre bölüşümden yararlanan kesim çok dardır.

Birincil ve İkincil Bölüşümün Diyalektik Birliği

Faktörlere göre bölüşümün sonucunda, bu faktörlere sahip olanların diğer toplum üyelerine oranla daha fazla servete sahip olmaları söz konusudur. Sonunda bu da sosyalizmin ilkeler ve üretim hedefleriyle uyumlu olmayan bir kutuplaşma aşamasına yol açabilir. Bu durumda böylesi bir sorunun ortaya çıkmaması için, kamusal sosyal adalet projeleri, diğer kamusal tedbirler veya vergileri düzenlemek yoluyla yeniden bölüşümün (ikincil bölüşüm) düzenlenmesi gerekli hale gelmektedir. Bu anlamda ÇKP'nin 15. Kongresi'nden bu yana yönetim, gelir ve servet dağılımdaki eşitsizlikleri makul seviyelerde kontrol altına almak ve kutuplaşmayı önlemek için kişisel gelir vergisi sistemi ve miras vergisi diğer çeşitli önlemler almaktadır.  Bu alanda bazı önemli aşamalar kaydedilmesine karşın, hala ciddi sorunlar da bulunmaktadır.

Vergi Reformu ve Gelir Bölüşümünün Düzenlenmesi

A.  Aşırı yüksek gelirlerin ayarlanması

Aşırı yüksek gelirlerin ayarlanması işi esas olarak bireysel gelir vergisi sisteminin iyileştirilmesi, miras vergisinin ve diğer yeni vergi kalemlerinin konulması, vergi toplama ve vergi işlerinin yönetiminin güçlendirilmesi ile yapılmaya çalışmaktadır. Bunlarla birlikte ve gelir ayarlamaları sisteminin güçlendirilmesi yoluna gidilmektedir. Aynı zamanda birincil bölüşümde ayarlamalar yapılmakta ve bölüşüm mekanizması iyileştirilmeye çalışılmaktadır. Böylece farklı bölgeler ve farklı nüfus topluluklar arasındaki gelir farklılıkları, kutuplaşmayı önleyecek biçimde daha makul sınırlara çekilmektedir. 2006'da yeni kişisel vergi sistemi uygulanmaya başlanmış, bazı kesimler için vergi puanları yükseltildi ve vergi toplama yerleri çoğaltıldı, düşük gelirliler grubunun üzerindeki vergi yükü azaltıldı. 2006 Nisan'dan bu yana yeni bir tüketim vergisi getirildi. Halkın yaygın kullandığı malların vergi oranı azaltılırken, lüks tüketim mallarının vergi oranları yükseltildi. Böylece bir yandan dolaylı biçimde gelir bölüşümü ayarlandı ve aynı zamanda aşırı lüks tüketim de frenlenmeye çalışıldı. 

B. Yasadışı gelirlerin önlenmesi ve yasaklanması

Yeni yasalar yapılarak yasal gelirleri korunmakta, buna karşın kamu malını zimmete geçirme, rüşvet ve parasal menfaat karşılığı mevki ve güç istismar etmek gibi yasadışı işleri yasal yollarla cezalandırılmaktadır. Kuşkusuz hala bu alandaki hukuk sisteminde hala boşluklar olduğu gibi mevcut yasaların zorlayıcı yönlerinin zayıf kalması gibi problemler varlığını sürdürmektedir. Kanımca yasal sistem daha da güçlendirilmeli ve yasalar sıkı bir biçimde uygulanmalıdır.

C. Makul olmayan gelirlerin düzenlenmesi

Şirketlerin veya bireylerin tekelci konuma sahip olmaları veya bazı başka özel koşulları nedeniyle elde ettikleri makul olmayan gelirlerin düzenlenmesi gerekmektedir. Bu konudaki bazı boşluklar çeşitli kişilerin ceplerini doldurmasına yol aşmaktadır. Bu bir yandan gelir dağılımını bozmakta diğer yandan buradaki haksızlık ahlaki çürümeye yol açmaktadır. Bugün dahi gelir bölüşümü hala yeterince düzenli değildir ve makul olmayan bir biçimde yüksek gelirler elde edilmesi olgusu yaygındır ve bu olgu halkın hoşnutsuzluğunu arttırmaktadır.  Örneğin, bazı bölgeler ve bazı devlet daireleri aşırı gelir elde etmek amacıyla tekelci uygulamalara gitmekte ve yetkilerini bu amaçla kullanmaktadırlar. Çeşitli alanlarda sahip oldukları izin ve ruhsat verme yetkilerini avantajlar sağlamak için kullanmaktadırlar. Bazı daireler ihracat ve ithalat kotalarını satıyorlar; bazıları vergi istisnalarından ve vergi indirimlerinden kendileri için çıkar sağlamaya çalışıyor, kredi kararlarının verilmesini kontrol ediyorlar, faiz ve döviz oranlarını yükseltiyorlar, gümrük vergisi, harçlar ve fonların artırılması için yönetim olanaklarından yararlanıyorlar. Sayılan bütün bu olumsuzlukları olabildiğince hızla düzeltilmek zorundadır.

Yoksulluğu azalmaya yönelik projelerin devreye sokulması

Reform ve dışa açılma stratejisinin uygulanmaya başlanması ile birlikte, hükümet yoksulluğu ortadan kaldırmak ve uyumlu, koordineli bir gelişme sağlayabilmek için birçok alanı kapsayan bir dizi büyük ölçekli toplumsal projeler ortaya uygulamıştır. Örneğin 1994'te uygulanan 7 yıllık bir projeyle kırsal alandaki 80 milyon insanın yoksulluktan kurtarılması hedeflenmiştir. 2000 yılında ise az gelişmiş batı bölgelerinin geliştirilmesini öngören bir strateji oluşturulmuştur. 2001 yılında kırsal alanların kalkınmasının sağlanması ve yoksulluğun azaltılması için on yıllık yeni bir program daha başlatıldı. Bu projelerle toplam 250 milyon insan yoksulluktan kurtarılmış; reform ve dışa açılma döneminin başlarında %31 olan yoksulluk oranı 25 yılda %2.3'e indirilmişti.

Son yıllarda, yoksullukla mücadelenin giderek daha da zorlaşması olgusunu dikkate alan yönetim, yoksullukla mücadele politikalarına daha fazla dikkat etmeye başlamıştır. 2005'de Merkezi hükümet daireleri ve Devlet Konseyi-Yoksulluğa Azaltma ve Gelişme Grup Liderliği ortaklaşa bir çalışma ile yoksulluğun azaltılması çalışması konusunda oldukça başarılı sonuçlar elde etmiştir. Çin'deki Yoksulluğu İzleme Kurumu verilerine göre 2005 yılı itibariyle tam beslenemeyen ve giyinemeyen yoksul insan sayısı 2.4 milyonun altına düşerken, düşük gelirli insan sayısı da yaklaşık 9 milyona inmiş bulunmaktadır. 2001'den bu yana yoksulluk sayısında görülen en büyük azalış 2006 yılında "Çin'deki Kırsal Kesimdeki Yoksulluğu Azaltma ve Gelişme Programı" ile sağlanmıştır. Yoksulluğu azaltmanın odağında, çiftçilerin gelirlerinin yıllık %6.8 oranında yükseltilmesi hedefi bulunmaktadır. Böylece çiftçilerin gelirlerinin artış hızı ülke ortalamasının üzerine çıkmış olacaktır. 2006 yılı itibariyle yoksul bölgeler ve yoksullaşmış insanlara dönük merkezi hükümet mali bütçe yatırımları büyük oranda arttırılmıştır.

İstihdam ve yeniden istihdam projeleri uygulamaları

İstihdam, halkın geçim koşullarının temelini oluşturmaktadır. Reform ve dışa açılmadan önce ülkede bir kişinin yapabileceği bir işin birkaç kişi tarafından paylaşılması anlamına gelen geniş istihdam politikası uygulanmıştı. O dönemde yalnızca adalet gözetilmiş fakat verimlilik göz ardı edilmekteydi.  Reform ve dışa açılmadan itibaren verimlilik problemini çözmeye ağırlık verilmeye başlanmıştır. Özellikle devletin sahip olduğu işletmeler verimlilik amacıyla için "işçi azaltma" politikasını uygulamaya başladılar, sonuçta verimlilik artmış ancak bu kez işsiz sayısı sorun olmuştur. Aynı yıllarda kırsal alanda her yıl on milyonlarca yeni iş gücü istihdam bekleyenler arasına katılıyor ve kırlardan gelen ve iş arayan birçok kişi büyük şehirlere yığılıyordu. Böylece 1990'lardan sonra istihdam problemi yavaş yavaş tamamen öne çıkmıştı. Dolayısıyla hükümet istihdam ve yeniden istihdam problemini çözmeye çok daha fazla vurgu yapmaya başlamıştır.

Alınan başlıca tedbirler arasında şunlar olmuştur:

Birincisi, daha fazla ve daha kolay istihdam olanağı yaratabilecek özel ekonomi ve bireysel ekonominin (küçük çaplı kamu dışı işletmeler) teşvik edilmesi, kolektif mülkiyet altındaki kasaba şirketlerinin önünün açılması, işsiz işçileri işe alan işletmeler için vergi kesintileri ve muafiyetler sağlanması.

İkincisi, 21. yüzyılla birlikte devletin sahip olduğu işletmeler, temel iş alanlarına yoğunlaşmaya, ikincil işlerini yeniden düzenlemeye yöneltildiler.  Böylece temel iş alanlarındaki işgücü fazlasını, ikincil işlerine kaydırmaya çalıştılar, bu amaçla ikincil iş hatlarındaki işlerini daha iyi düzenlemek ve daha fazla iş yaratmak zorundaydılar.

Üçüncüsü, emek gücüne sektörüne yeni katılan işçiler ve işsizler kendilerine ait yeni iş kurmaları için teşvik edilmiştir. Bu amaçla değişik politikalar ortaya atılmıştır.

Dördüncüsü, insanların iş bulmaları için, istihdam için onlara aracılık yapan, kurumlar oluşturulmuş ve bunların ücretsiz istihdam ve yeniden istihdam eğitim kursları başlatılmıştır. Bütün bu tedbirler sayesinde istihdamdaki durum, yavaş yavaş düzelmiştir. Böylece Onuncu Beş Yıllık Plan dönemi boyunca kırsal ve şehir alanlarında istihdam edilen insan sayısı 270 milyona ulaşmıştır. Bu, dokuzuncu beş yıllık planın sonundaki rakamdan 40 milyon daha fazlaydı. Beş yıl boyunca devlet işletmelerinden çıkartılmış olan toplam 18 milyondan fazla işçi yeniden istihdam edilmiştir. 2005 yılı itibariyle 8.55 milyonluk bir artışla 9.7 milyon insan istihdam edilen insanlar arasına katılmıştır. 2005'in sonunda şehirlerdeki ve kasabalardaki kayıtlı işsiz oranı %4.2 olmuştur.

2006 Mart'ında Maliye Bakanlığı ve Devlet Vergi İdaresi tarafından işsiz işçilerin vergi sorunlarını açıklığa kavuşturan, Devlet Konseyi tarafından onaylanan bir duyuru yayınlanmıştır. Ayrıca ticari ve hizmet firmaları "Yeniden İstihdamda Öncelik Sertifikası" bulunan bu işsiz insanları çalıştırmayı kabul ettikleri, onlarla bir yıl ya da daha uzun bir dönem için çalışma sözleşmesi yaparak, yasaya uygun biçimde onların sigorta giderlerini öderlerse, çalıştırdıkları insan sayısına göre vergi avantajlarından yararlanabileceklerdi. Çalıştırılan kişi başına yıllık vergi avantajı 4000 Yuandır, bu miktar %20 aşağı ya da yukarıya çıkarılabilir. "Yeniden İstihdamda Öncelik Sertifikası" bulunan işsiz insanlar, bazı sektörlerde bireysel özel iş yapmaya başladıkları takdirde ödeyecekleri vergiler her yıl hane başına 8000 Yuan azaltılacaktı. Ana çalışma hatlarından ayrı olarak ikinci bir çalışma hattı açan ve istihdama katkı sağlayan orta ya da büyük boy devlet işletmeler de eğer kararnamelere ve yasalara göre çalışırlarsa, üç yıl için gelir vergisinden muaf tutulacaklardı. Merkezi hükümet tarafından alınan bu yeni tedbirler, yeniden istihdamı belirgin bir biçimde artırmıştır.

Sosyal güvenlik sisteminin inşası

Sosyalist pazar ekonomisinin kuruluşu ile ortaya çıkan yeni koşullara uygun olarak yaygın bir toplumsal güvenlik sistemi geliştirilmek için çalışmalara başlanmıştır. ÇKP'nin 14. Merkez Komitesi'nin Tam Katılımlı 3.Oturumu'nda kabul edilen "ÇKP Merkez Komitesi'nin Sosyalist Pazar Ekonomisinin İyileştirilmesiyle İlgili Sorunlar Üzerine Kararı", Çin'deki toplumsal güvenlik sisteminin ana çerçevesini belirlemiştir.

Bu sistemin içinde toplumsal sigorta, toplumsal yardımlar, geçim kolaylıkları, emeklilerin hakları, toplumsal karşılıklı yardım ve kişisel tasarrufların biriktirilmesi ile ilgili başlıklar içerilmiştir. 1990'ların sonundan itibaren şehirlerdeki yoksul sakinlere yardım konusunda şu tedbirler alınmıştır: "İşsizlerin ve emeklilerin geçim masraflarının zamanında ve tam olarak sağlanması, şehir sakinlerinin geçim masraflarının en düşük standardının artırılması ve çalışanların asgari gelir standardının yavaş yavaş geliştirilmesi". "Üç Güvence" adı altında bir toplumsal güvenlik mekanizmasını inşa etmek. Bu sonuncusuna göre devlet işletmelerinden çıkarılmış olan işsizlerin temel ihtiyaçlarının güvence altına alınması, işsizlik sigortasından yararlanma güvencesi ve üçüncüsü şehirli yoksullar için temel geçim yardımlarının sağlanması. Tüm bunlar emeklilerin, yoksulların ve işsizlerin temel yaşam güvencesini giderek daha fazla iyileştirmiştir.

 21. yüzyılın başından bu yana toplumsal güvenlik sisteminden kırsal kesim sakinleri de yararlanmaya başlamıştır. Merkezi hükümet toplumsal güvenceler konusundaki harcamaları sürekli olarak arttırmaktadır. Örneğin, 2004 yılında toplumsal güvenlik harcamaları için merkezi bütçeden yapılan yatırım 146.5 milyar Yuana, toplam emekli maaşı ödemeleri 303 milyar Yuana ve merkezi bütçenin sağladığı destekler 52.2 milyar Yuana ulaşmıştır. Temel emekli maaşları zamanında ve tümüyle ödenmiştir.

2004 yılı sonu itibariyle, emekliler, işsizlik sigortasından yararlananlar, tıbbi sigorta ve istihdam kaza sigortasından yararlanan insan sayısı, sırasıyla 164 milyon, 106 milyon, 124 milyon ve 69 milyona ulaşmıştır. Kırsal kesimde emeklilik hakkından yararlananların sayısı 55 milyona ulaşmıştır. 2004 yılında 4.2 milyon kişi işsizlik sigortasından yararlanmış, 520 bin kişi istihdam kazası sigortasından yararlanmış, ve 22.01 milyon şehirde yaşayan yoksul insan da geçim yardımları almıştır.

Toplumsal güvenlik sisteminin en büyük parasal kısmını emekli maaşları oluşturmaktadır. Böylece zamanında ve eksiksiz ödeme sağlayan bir emeklilik sistemi—çoklu finansman kanallarına sahip—esas olarak inşa edilmiş durumdadır. Emeklilik fonu, 1998'deki 135.3 milyar Yuandan 2005'te %17'lik bir yıllık artışla 425 milyar Yuana çıkmıştır. Merkezi bütçeden, yoksul eski sanayi bölgelerinin yanı sıra yoksul merkezi ve batı bölgelerine yapılan emeklilik transfer ödemeleri, artarak 1998'deki 2.4 milyar Yuandan 2005 yılında 54.4 milyar Yuana ve bu bölgelere yönelik toplum yatırım miktarı da 280.6 milyar Yuana ulaşmıştır.

Yerel hükümetler de kendi emekli fonlarını artırdılar. Ayrıca, stratejik bir rezerv olarak toplumsal güvenlik fonu, 2005 sonuna kadar 202 milyara ulaşmıştır. Böylece çoklu kaynaklardan beslenen bir emeklilik fonu esas olarak biçimlenmiştir.

Emekli olanlara ödenen temel emekli maaşı, 1998'de 151.2 milyar Yuandan 2005'de yaklaşık 400 milyar Yuana ve kişi başına ortalama temel emekli maaşı 1998'deki 413 Yuandan 2004'te ortalama 705 Yuana yükselmiştir.

Gecikme ile ödenen emekli maaş ödemelerindeki gecikme tutarı 1998'de aylık 600 milyar Yuan iken 2000'de aylık 100 milyar Yuana düşürülmüştür. 2004 ve 2005 yılı ödemelerinde hiçbir gecikme ya da aksama olmamıştır. Ülkenin bütün bölgelerinde emekli maaşlarının zamanında ödenmesi için etkin tedbirler alınmıştır. 2005 yılı itibariyle 16 eyalet, toplam 24 milyar Yuandan fazla bir ödemeyle bütün emekli maaşı bakiyelerini ödemiştir. Günümüzde 2008 itibariyle Çin'deki temel emeklilik sigortası kapsamı içindeki insan sayısı 210 milyona ulaşmıştır. Giderek daha fazla emekli, temel emekli maaşından yararlanmaktadır. Aynı zamanda şehirlerde dinamik bir yönetim uygulaması ile geçim yardımının kapsamı "olabildiğince artırılarak", ciddi biçimde sakat kalmış ve sürekli bakıma muhtaç en yoksul grupları odağa alan bir çalışma geliştirildi.

İstatistiklere göre şehirlerdeki geçim yardımı kapsamındaki insan sayısı, yaklaşık 22 milyona, kırsal bölgelerde geçim yardımı alanların sayısı ise 6 milyonun üzerine çıkmıştır.

Beş toplumsal güvenceden yararlanan kırsal hane sayısı, 3.2 milyondan fazladır. Kırsal alanlarda düzenli olarak belirli bir yardım alan yoksul sayısı 9 milyonu aşmıştır. Tıbbi yardımdan yararlanan kırsal alan sakinlerinin sayısı 9.4 milyona ulaşmıştır. En yoksul kırsal grup, yeni kooperatif tedavi sistemine dahil edilmiştir. Tıbbı yardımla ilgili acil yardım hizmetinin uygulandığı şehir sayısı 1155'e ulaşmış, yardım alanların sayısı 1.1 milyona çıkmıştır. Yeniden gözden geçirilerek "1 Mart 2006'da yürürlüğe konulan Kırsal Alandaki Beş Toplumsal Güvenceyi Destekleme Kuralları", kırsal alandaki yoksulları tamamen merkezi bütçe kapsamına

Çin'deki toplumsal güvenlik sistemi ayrıca çeşitli Sivil Toplum kuruluşlarının katkılarını da içermektedir. Çin Sendikalar Birliği, Tüm Çin Gençlik Federasyonu ve Çin Kadınlar Federasyonu'nun hepsi hükümetin önder rol oynadığı toplumsal güvenlik sistemini tamamlayıcı bir biçimde "Yoksulluğu Önlemek İçin Çin Gençlik Federasyonu" ve "İlkbahar Tomurcukları Fonu" gibi mekanizmalar aracılığıyla yoksullara yardım faaliyetlerini sürdürmektedirler.

Dezavantajlı ve zor durumdaki gruplar için hükümet ve toplum özel destekler de sağlamaktadır. Örneğin, 2004'te merkezi hükümet, kırsal alanlardan göç eden işçilerin ücretlerinin ödemesindeki aksamalardan kaynaklanan açıkları kapayan "Kırsal Alanlardan Gelen Göçmen İnşaat İşçilerinin Ücretlerinin Ödenmesine İlişkin Geçici İdari Tedbirler" yasasını çıkarmıştır. İki yıl boyunca böylesi açıklar için geriye dönük ödemelerinin toplam miktarı 33.2 milyar Yuana ulaşmıştır.

6.4 Çin

Reform ve dışa açılmadan stratejisinin uygulamaya konulmasından bu yana geçen 20 yıldan bu yana ülkenin bölüşüm sistemindeki reform, esas olarak iki odaklıdır: Bir yandan sorunlu olan bir "eşitlikçiliği" ortadan kaldırmak diğer yandan giderek hızla büyümekte olan gelir farklarını önlemeye yöneliktir. Bu her iki yön verimlilik ve adalet ile ilgilidir ve birincisi verimliliği ve ikincisi de adaleti belirlemektedir. Aşağıda bu dönemde elde edilen temel deneyimi özetmeye çalışacağım: 

Birincisi, ülkedeki ekonomik işleyiş mekanizması reformunun, kilit öğesi bölüşüm mekanizmasındaki reform olmuştur. Marksist materyalizm, genel olarak insanların düşünce, ideoloji ve eylemlerini onların maddi yaşamlarının ve maddi çıkarlarının belirlediğini ortaya koymaktadır. Bölüşüm mekanizması, insanların çıkar ilişkilerinin düzenlemektedir. Özel/spesifik bölüşüm mekanizmaları/sistemleri, üreticilerin ve operatörlerin coşkusunu seferber etmekte belirleyici bir rol oynamaktadır. Aslında Çin'deki ekonomik mekanizmada yapılan reform, bir bakıma bölüşüm mekanizmasında yapılan reformdur.

Örneğin, kırsal alanlarda başlatılan çiftçi hanelerle yapılan sözleşmeye dayalı sorumluluk sistemi, yönetim ile işletmeler arasında yapılan sözleşme sistemi, veya işletmelerle yapılan stok sistemi veya  başlangıçta bazı bireylerin veya  bazı bölgelerin diğerlerinden daha önce zenginleşmelerine izin verilmesine yönelik uygulamalar  ilk bakışta ekonomik işleyiş mekanizması veya mülkiyet ilişkilerinde yapılan reformlarmış gibi gözükseler de gerçekte bu reformlar özünde bölüşüm ilişkilerini düzenlemişlerdir. Reform ve dışa açılmanın ilk günlerinde üreticilerin ve operatörlerin coşkusunu artırmada en önemli çözmemiz gereken sorun şuydu: "Birisinin işi yapıp yapmadığı, işi iyi yapıp yapmadığının ve işi az ya da çok yapıp yapmadığının hiçbir önemi yok" anlayışı aşılmalıydı ve bu pratik olarak gerçekte bir bölüşüm sistemi sorunuydu.  Pratikte bölüşüm mekanizması reformu bütün ekonomik sistem reformunu ileriye taşımıştır. Yaptığı işe bakılmaksızın herkese eşit pay verilmesi sistemi kaldırıldığı içindir ki ve diğer yandan çeşitli üretim faktörlerinin bölüşüme katılması sağlandığı için emekçilerin yaratıcılıkları, coşkuları ve tüm üretim faktörleri tam olarak seferber edilebilmiştir. Böylece insanlar daha fazla toplumsal zenginliğin yaratılması için gayret göstermeye başlamışlardır.

İkincisi, bölüşüm mekanizmasını bir yandan üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak diğer yandan üretici güçlerin gelişme gereksinimlerine bağlı olarak reforma tabi tutmamız gerekmektedir. Önemli bir üretim ilişkisi olarak bölüşüm sistemi üretici güçlerin gelişme düzeyi ile uygunluk içinde olmalı ve aynı zamanda üretici güçlerin gelişmesine katkıda bulunmalıdır. Reform ve dışa açılmadan önce ülkemiz özel türde bir emek katkısına göre bölüşüm sistemi uyguluyordu, bu anlamda yapılan işe bakılmaksızın herkese eşit pay verilen bir sistem uygulanıyordu. Bu ise çalışanların coşkusu köreltiyor ve üretici güçlerin gelişmesini zayıflatıyordu. Reform ve dışa açılmadan sonra, üretici güçlerin daha hızlı gelişmesini gözeten Çin, kamu mülkiyetinin temel olduğu bunun yanı sıra değişik mülkiyet biçimlerinin onunla bir arada varlığını sürdürmesine izin verdi. Dolayısıyla bölüşüm sistemi mülkiyet yapısındaki bu değişikliğe uyumlu olmak durumunda idi.

Bu yeni yıllar boyunca, bölüşüm mekanizması reformunun en belirgin karakteristik özelliği şu olmuştur:

Birincisi, emek katkısına göre bölüşümün gerçekleşme biçimi ile ilgili yenileşmeler gerçekleştirildi. Örneğin çalışanların coşkularını ve yaratıcılıklarını seferber etmek için geliştirilen değişik sözleşme sistemleri onların daha fazla üretmelerini ve dolayısıyla daha fazla gelir elde etmelerini sağladı.

İkincisi, sermaye, teknoloji ve yönetim (idarecilik) gibi bütün üretim faktörlerinin bölüşüme katılmalarına izin verilmesi ekonomik gelişmeye yeni bir canlılık katmıştır. Sosyalizmin ilk aşamasında üretici güçlerin henüz genelde daha az gelişkin olduğu açıktı, dolayısıyla yalnızca emek katkısına göre yapılan bölüşüm sistemi işlemiyor, istenen sonuçları vermiyordu. Sadece emek katkısına göre bölüşüm ile üretim faktörlerinin katkısına göre bölüşümün birleştirilmesi üretici güçleri daha hızlı geliştirebilirdi. Sonuçta sadece "pastayı" büyüterek ülkenin toplam gücünü artırabilir ve halkın yaşam standardını yükseltebiliriz diye düşünülmüş, böylece değişime gidilmiştir. 

Üçüncüsü, değeri yaratanın ve öte yandan toplumsal zenginliğin kaynağının ne olduğu konusunda, bugün daha uygun bir anlayış edinilmiştir. Değer ve toplumsal zenginlik, bölüşümün hedef nesnelerdir öte yandan değer yaratma ve toplumsal zenginliğin kaynağı bölüşümün temellerini oluşturmaktadırlar. Kuşkusuz değeri yaratan emektir. Ancak emeğin bilimsel anlamıyla ilgili doğru bir anlayışa sahip olmamız gerekir. Günümüzde emeği sadece basit emek ya da sadece maddi malların üretiminde harcanan emek olarak düşünmek açıktır ki doğru değildir. Emeğin bütün biçimleri, fiziksel ya da zihinsel, basit ya da karmaşık, maddi ürünler veya da maddi olmayan ürünleri, bunların hepsi emek kategorisine aittir. Ayrıca sermaye yönetimi, teknoloji, idari yönetim ve diğer üretim faktörleri ile bağlantılı olan emek faaliyeti emek kategorisine aittir. Emeği değerlendirdiğimizde, sadece emek zamanını ve emek ürünlerinin niceliğini değil, aynı zamanda üretilen verimliliği/verimi ve ürünler tarafından ortaya konulan toplumsal zenginliğin hacmini de göz önünde tutmalıyız. Ayrıca toprak, sermaye, teknoloji, yönetim gibi üretim faktörleri de toplumsal zenginliğin yaratılmasında vazgeçilmez olan unsurlardır. Dolayısıyla bölüşüm sırasında onların katkıları da göz önünde bulundurulmalı ve onlara sahip olanların haklarına da saygı gösterilmelidir. Bu daha derinleştirilmiş anlayış temelinde, emek katkısına göre bölüşüm başat biçim olarak varlığını sürdürürken aynı zamanda değişik bölüşüm biçimlerinin de varlığını sürdürmesine izin verilmiş ve emeğin katkısına göre bölüşümün farklı gerçekleşme biçimleri arayışına girilmiştir. Aynı zamanda üretim faktörlerinin bölüşümden pay alması meşrulaştırılmıştır.

Dördüncüsü, bir yandan ekonomik canlılığı teşvik etmeli diğer yandan toplumsal istikrarı sürdürmeye ve korumaya dikkat etmeliyiz. İyi bir bölüşüm sistemi bu iki hedefi birden gözetmelidir. Burada asıl kilit konu, verimlilik ile adalet arasındaki ilişkiyi doğru biçimde ele almaktır. Verimliliği geliştirmekte başarısız olan bir bölüşüm sistemi adaleti yansıtamaz. Ancak verimliliğin kendisi, zorunlu olarak adaleti sağlamayacaktır. Ülkede coğrafi bölge farklılıklarına bağlı olarak ve gerçekteki fırsatlar bakımdan var olan adaletsizlikler yüzünden insanların eşit üretim faktörlerine sahip olmadığı açıktır, bu nedenle de toplumsal zenginlik yaratma bakımından farklı güç ve yetenekler ortaya koyabiliyorlar. Bu durumda hem emek katkısına göre bölüşüm, hem de faktörlere göre bölüşüm adaletsizliğe yol açacak ve adaletsizlik gittikçe büyüyerek toplumsal istikrar ile ekonomik canlılığı tehlikeye atacaktır, bu nedenle çözümler aranmaktadır.  Çin, emek katkısına göre bölüşümü hakim faktör olarak sürdürürken değişik üretim faktörlerinin de aynı zamanda varlığını sürdürmesine izin veren bir bölüşüm sistemi yürütürken diğer yandan toplumsal istikrarın korunması için ikincil bölüşüm mekanizmaları üzerinden yoksul bölgelere ve yoksul nüfusa yardımcı olmaya çalışmaktadır.

6.4.2 Aksayan Yönler

Kanımca sosyalist pazar ekonomisi ile uyumlu olabilecek bir bölüşüm sistemi inşa etmek, sosyalizm açısından tümüyle yeni bir konudur. Politikacılar, akademisyenler ve halk içinde birçok başarılı arayış çabaları yapılmıştır, ancak özellikle verimlilik ile adalet arasındaki ilişkilerin ele alınmasında hala birçok problem ve sorun mevcuttur. 

Birincisi, eşitsiz rekabet fırsatları sorunu, giderek önemli bir konu haline gelmeye başlamıştır.

Yüksek verimliliğe sahip bölgelere, yüksek verimliliğe sahip sektörlere verimliliğe öncelik verdiğimizden ve bu alanlara daha büyük miktarlarda yatırım yaptığımızdan dolayı, veya eğitim, altyapı ve insanların gelirleri bakımlarından şehirler ile kırsal alanlarda var olan farklılıklardan dolayı çeşitli bölgeler ve toplumsal kesimler, şehirler ile kırlar arasında büyük bir gelir açığı oluşmaktadır. Böylece rekabet koşullarında ve rekabet fırsatları bakımından eşitsizlikler ortaya çıktı. Farklıklar, esas olarak kendisini şöyle ortaya koymaktadır:

Birincisi, eğitim almada eşitsiz fırsatlar ortaya çıkmıştır. 11 yıllık zorunlu eğitim kırsal alanlarda yeterince yaygınlaştırılamadı. Okul masrafları çiftçi hanelerin harcamalarının %36'sını tutmaktadır, ki bu kırsal kesimde yaşayanlar üzerindeki en büyük yük durumundadır. Dolayısıyla okula gitmeyenler ve okulu terk edenlerin oranı yüksek çıkmaktadır.

Yüksek öğrenime gelince, bölgeler arasındaki asgari geçme notları farklı olduğu için farklı bölgelerdeki öğrencilerin yüksek eğitim alma fırsatları da farklılıklar gösteriyor. Temel ilkokul, hatta düşük eğitim alanların oranı, tarımsal nüfus içinde %51 iken tarımsal olmayan nüfusta %16 düzeyindedir. Yüksek okul eğitimi, mesleki eğitim, lise eğitimi ve üniversite eğitimi alanlarla birlikte eğitim sonrası master çalışması yürütenler, kırsal alanlardakilere göre şehir bölgelerinde sırasıyla 3, 1, 55, 282 ve 323 kat daha fazladır8.

Kırsal alanlardan gelen göçmen işçiler ile şehirli işsizlerin de aralarında bulunduğu düşük gelirli nüfusun çoğu, eğitim ve bilgiye ulaşmada yetersiz kalıyor. Dolayısıyla kariyere başlamada ve gelir elde etme yetenekleri daha zayıftır. Özellikle, az eğitimli ve az yetenekli çiftçiler, okullara kaydolmak ya da işe girmek için başvurduklarında kendilerini dezavantajlı bir konumda bulmaktadırlar. İkincisi, farklı meslekler ve farklı bölümler, rekabet bakımından farklı konumdalar. Önceliği verimliğe vermek adaleti ikinci plana atıyor ve böylece bazı tekelci konumdaki sanayiler (işler), kendileri için daha uygun fırsatlar ve koşullar yaratmak için bu tekelci konumlarını kullanıyorlar, sonuçta da tekelci kazançlar ve yüksek kârlar elde ediyorlar.

Onuncu beş yıllık plan süresince enerji, gaz, su tedariki, demiryolları ve iletişim sanayilerinde çalışanların ortalama ücret artışı hızlandırılmış ve dokuzuncu beş yıllık plan dönemine göre %3 ile %5 arasında daha yüksek oldu; maliye ve sigorta alanlarındaki çalışanların ücret artış oranları, dokuzuncu beş yıllık plan dönenimdekine göre yaklaşık %20 ile %7 daha fazla oldu.

Tekelci konumdaki kamu hizmeti sağlayan toplumsal örgütlenmelerdeki ve Parti ve hükümet kurumlarındaki çalışanların yıllık ücret artışları, bir önceki döneme göre %18 ile %5 arasında daha yüksek oldu. En yüksek ücret ile en düşük ücret arasındaki oran 3 kattan fazladır. Sekizinci beş yıllık plan döneminde bu oran 2.2, dokuzuncu beş yıllık plan döneminde ise 2.6 idi. Eşit rekabet fırsatları, pazarda rekabeti bakımından eşit ve makul koşullar olması gerektiği ve böylece bireyler ile işletmelerin herhangi bir engel olmaksızın pazara serbestçe girebilecekleri anlamına gelmelidir. Ayrıca rekabetin koşulları eşit olmalı, yasalar önünde herkes eşit olmalıdır. Hala bu sorunlar önümüzdedir8.

İkincisi, bugün Çin'de gelir eşitsizliği uyarı çizgisini geçmiş durumdadır.

Günümüzde gelir eşitsizliğini değerlendiren üç indeks vardır:

Birincisi, Gini katsayısıdır: Son yirmi beş yıl içinde Gini katsayısı 0.2 halkın şikayet ettiği makul olmayan ve yasadışı gelirleri kapsamıyor. Eğer bütün bu faktörler de hesaba katılırsa Gini katsayısı çok daha yüksek çıkacaktır9.

İkinci indeks, icra edilmeyen gelir endeksidir, yani bir ülkede yaşayanların beş eşit bölüme, 1/5 en yoksul kesim, 1/5 az yoksul, 1/5 orta, 1/5 az zengin ve 1/5 en zengin biçiminde gelir gruplarına ayrılarak hesaplanır. Günümüz Çin'inde en yoksulların ücreti toplam ücretlerin %4.3'ü iken en üst gelir grubunun ücreti toplamın %50.1'ini oluşturuyor.

Üçüncüsü, en yüksek gelir grubu ile en düşük gelir grubunu karşılaştırma yöntemidir. Çin'de %10'luk en yüksek gelir grubu ile %10'luk en düşük gelir grubu arasındaki gelir farkı, 2000 yılı istatistiklerine göre şehir bölgelerinde 5 kat, kırsal alanlarda ise 6.5 kattır. 2004'te bu rakam ülke çapında 19 kat hesaplanmıştır. Oysa bu Hindistan'da 7 kattır. Fark, yalnızca gelirlerde değil aynı zamanda toplumsal zenginliğe (servette) sahip olmada da geçerlidir. İstatistiklere göre en yüksek gelir grubundaki %10'luk aileler toplumsal zenginliğin %48'sinden fazlasına sahipken en düşük %10'luk aileler toplumsal zenginliğin sadece %1'ine sahiptir. Orta gelir grubundaki toplamın %80'ini oluşturan aileler ise toplam toplumsal gelirin yaklaşık yarısına sahiptir.

Ayrıca mali kıymetli kağıtlar da yüksek gelir gruplu ailelerin elinde toplanmaktadır. Ülke içindeki 20 trilyon Yuanlık mali kıymetli kağıtların %80'i şehirlerde yaşayan %30'luk kesime aittir. Yani nüfusun %6'sı mali kıymetli kağıtların %40'ını elinde tutuyor. Bazıları Gini katsayısının artmasının hızlı ekonomik büyümenin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söylüyor. Bu görüş pek su tutmuyor. 1960'lar ile 1970'lerde Tayvan, hızlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirmesine karşın Gini katsayısı yalnızca 0.2 idi. Japonya'nın Gini katsayısı en hızlı ekonomik büyüme döneminde bile 3 idi. Bu, hızlı ekonomik kalkınmanın zorunlu olarak gelir eşitsizliğini artırmadığını gösteriyor. Gelirler ve toplumsal zenginliğin bölüşümündeki adaletsizliğin asıl nedeni, sistemden kaynaklanmaktadır. Yapılan reformlar, hala yeni sisteme yeterince uyumlu değildir, aksine reformlar, hala eski sisteme yatkın yönler taşımaktadır bu da düşük verimsizliğe ve yolsuzluklara yol açarak, sonuçta gelir farklarına neden olmaktadır.

Ayrıca gelir farkı aralığının artma eğilimi, giderek daha zor engellenebilir hale gelmektedir.

Bunun nedeni şunlardır:

Birincisi, yeni yaratılan ulusal gelir içinde emek katkısına göre bölüşüme tabi olan kesimin yüzdesi küçüktür, aksine bunun büyük kısmı düzensiz/sorunlu biçimlerde aracılığıyla bireylere gidiyor. İkincisi, bu biçimde bölüşüm kişisel servetlerin veya ve toplumsal zenginliğin birkaç kişinin elinde toplanmasına neden oluyor.

Üçüncüsü, vergilerin gelir farklılıklarını düzenleyici etkisi beklendiği kadar etkili olmuyor. Son yıllarda yıllık ortalama veri geliri kaçağı, 570 ile 680 milyar Yuan arasındadır. Bu rakam GSMH'nin %7.6'sı ile %9.1'i kadar büyük. Bu ciddi vergi kaçağı sorunu, bir yandan bazı insanların gelirlerinde büyük artışa neden oluyor, öte yandan devletin dezavantajlı gruplara yardımcı olması ve yeniden bölüşüme katkıda bulunma yeteneğini yok ediyor, böylece zengin ile yoksul arasındaki farkı genişletiyor. Bazı batılı ülkelerde en yüksek ücreti alan %20'lik nüfus kesiminin geliri, diğer toplam nüfustan 10 kat fazla gelire sahip oluyor. Bu oran düzenli alınan bir gelir vergisinden sonra 5 kata iniyor. Ancak Çin'de gelir vergisi sistemi bu denli etkin değil.         

Üçüncüsü, bir yanda avantajlı grupların diğer yanda dezavantajlı grupların oluşturduğu bir toplumsal yapı biçimleniyor.

Reform ve dışa açılmanın ilk günlerinde, reform sayesinde, bütün toplumsal tabakalardan insanlar daha iyi bir yaşam sürmüştür. Belirgin çıkar grupları oluşmamıştı, dolayısıyla reforma destek yaygındı ve herkesi kapsıyordu. Ancak sonraları, özellikle 1990'lardan sonra, farklı çıkar grupları oluşmaya başlamıştır. Bazıları reformdan fazlasıyla yararlanırken bazıları daha az yararlanıyor. Böylece yavaş yavaş reform konusunda farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bütün tabakalar reformdan beklentilerini ortaya koyuyor. Örneğin, reformlardan daha fazla yararlananlar, reformun bedeli olarak bazı insanların çıkarlarının feda edilmesi gerektiğini, bu bedelin de milyonlarca işçinin çıkarlarına zarar veren bir bedel olması gerektiğini düşünüyorlar.

Ancak reformdan az yararlananlar bunun nedenini sorgulamakta ve daha ayrıcalıklı grupların bedel ödemeleri gerektiğini düşünmektedirler. Bu çelişki, zengin-yoksul açığının olduğu her yerde görülüyor. Özellikle mevcut yapıdan yarar sağlayan avantajlı gruplar, "yolsuzlukların reformun vazgeçilmez bir gereği" olduğunu şiddetle savunuyor ve yüksek yetkililerin kendilerine para üretmek için mevkilerini kullanmalarını da "görevlilerin artı üründen pay alması" veya bir tür "pareto iyileştirmesi" olarak savunuyorlar. Hatta, yüksek gelir gruplarına daha yüksek vergi konmasını "yoksula yardım için zenginin soyulması" olarak gören bazı insanlar da var. Avantajlı grup, karar almada ve toplumsal kamuoyunun oluşturulmasında daha etkili olurken dezavantajlı grup eşitsizlikten şikayet ediyor ve yüksek görevlileri yardıma çağırıyor. Bu hemen halledilmesi gereken acil bir sorun haline gelmiştir, aksi takdirde toplumsal farklılaşma daha da genişleyecektir. Bugünkü durumda ve koşullarda toplumsal zenginlik ve kaynaklar, avantajlı grubun elinde merkezileşiyor. Avantajlı grup daha fazla toplumsal zenginliğe, güce ve bilgiye sahipken, dezavantajlı grup yoksul çiftçilerden, kırsal alandan gelen göçmen işçilerden ve şehirlerdeki işsizlerden oluşuyor. Bu grubun ekonomik durumu kötü olduğu için fırsat arayışlarında avantajlı gruba bağımlı oluyorlar. Bu yüzden dezavantajlı grubun avantajlı gruba bağımlı olduğu bağımlılık ilişkileri oluşmaya başlıyor.

Bütün bu yeni sorunlar, ele alınıp çözümlenmesi için çok büyük dikkat ve büyük çabalar gerektiren adalet ile verimlilik arasındaki ilişkiler bakımından sağlıksız bir döngünün ortaya çıktığını gösteriyor. Dahası Çin'de uygulanan temel bölüşüm sistemi, bazı bilim insanları tarafından da kuşkuyla karşılanıyor.

Yukarıda söz edilen problemler ışığında bölüşüm mekanizmasının iyileştirilmesi için şu iki problemin çözümü üzerinde durulmalıdır: 

İki temel çözüm yolu

1. Emek katkısına göre bölüşüm ile faktörlere göre bölüşüm arasındaki ilişkilerin doğru ele alınması

Toplumsal zenginliğin nasıl bölüştürüleceği insan toplumunun karşı karşıya olduğu önemli bir sorundur. Çok eski dönemlerden bu yana insanlar toplumsal zenginliğin bölüşümüne büyük önem vermişlerdir. Bu, yalnızca kaynakların dağılımı (tahsisi) ile ilgili bir sorun değil, aynı zamanda adalet ve verimlilikle ilgili bir sorundur. Emek katkısına göre bölüşüm ile faktör katkısına göre bölüşüm, her ikisi de aşağıdaki ilkelere dayanmalıdır:

Birincisi, emeğe halk merkezli bir bakışla yaklaşılmalıdır

Emeğe ve emek sürecine halk merkezli bir bakışla yaklaşılmalıdır, bunun anlamı bölüşümde emeğin özel konumuna, onun katkısına gereken özenin gösterilmesidir. Zenginliğe onun toplumsal niteliğini perspektifinden baktığımızda, zenginlikler, insanın (bireyin) çok yönlü ve özgür gelişmesini gerçekleştirmek amacıyla insan emeği tarafından yaratılmaktadır. Toplumsal zenginliğin yaratılmasına katılan bütün diğer faktörler arasında emek/üreticileri en yaratıcı olanlardır. Dolayısıyla toplumsal zenginliğin bölüşümünde en önemli ve hakim konumu emek/üreticilerine vermemiz gerekir. Teknolojinin ilerlemesi ve üretici güçlerin gelişmesi koşullarında toplumsal zenginliğin yaratılması çabası, emeğin niteliklerinin günden güne yükseltilmesini zorunlu kılmaktadır. Karmaşık emek verimlilikte büyük artış sağmaktadır, bunun yanı sıra yönetim ve teknoloji gibi faktörler toplumsal zenginliğin yaratılmasında giderek daha önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Bu yüzden yönetim ve teknoloji gibi faktörlerin bölüşüme katılması toplumda yaygın kabul görmektedir. Yalnızca bölüşümde emekçilerin haklarına saygı gösterilmesi halinde onların çalışma coşkusunu ve yaratıcılığı bütünüyle seferber edilebilecek, daha iyi bir ekonomik gelişme teşvik edilebilecektir. Bir başka deyişle, bir yandan bölüşümde emekçilere öncelik vermeli, diğer yandan emeğe, sermaye ve toprak gibi üretim faktörlerine eşit önem vermeliyiz. Birincil bölüşümde emekçilere ayrılan yüzdeleri artırmalı ve emeğin bölüşümden makul bir ödül almasını sağlamalıyız.

İkincisi, adalet ve hakkaniyet ilkesini izlemeliyiz.

Adalet, bölüşümde evrensel olarak kabul edilen bir ilkedir. Bu ilkeyi yaşama geçirirken halkın temel maddi çıkarlarını güvence altına almalı, halk içinde gelir uçurumunu azaltmalı, ortaklaşa refahın sağlanmasında ısrarlı olmalı ve sosyalist toplumun uyumlu bir biçimde gelişmesini teşvik etmeliyiz. Dolayısıyla gelir dağılımında adaletsizlikleri ortadan kaldırmalı, yolsuzlukları engellemeli ve illegal yollarla kamu zenginliğini zimmete geçirerek ve tekelci konumu kullanarak aşırı yüksek gelirler elde etme olgularını ortadan kaldırmalıyız.

Bir pazar ekonomisinde adil bölüşümün bir başka önemli anlamı, faktörler tarafından yapılan katkılara göre bölüşümle ilgilidir. Emekçilerin perspektifinden bakıldığında adil bölüşüm, her şeyden önce daha fazla iş yapanların daha fazla gelir elde etmesini sağlamalıdır. Toplumsal zenginliğin yaratılmasına daha fazla katkıda bulunan emekçiler daha fazla kazanmalılar. Bu yolla onların coşkusu seferber edilmelidir. Planlı ekonomide uygulamış olduğumuz sorunlu "eşitlikçilik" adil bölüşüm ilkesini ihlal etmiştir. Üretimin maddi faktörleri perspektifinden bakıldığında ise adil bölüşüm, faktörlerin (maliklerini) sahiplerini göz önünde bulundurmalıdır. Faktörlerin sahipleri de adil bölüşüm ve kaynak dağılımının makul gereksinimlerine denk düşecek bir tarzda gelir elde edebilmelidirler. Mevki, güç ve parayı kullanarak bu ilkeyi istismar edenleri önlemek gerekmektedir.

Üçüncüsü, verimlilik ilkesine bağlı kalınmalıdır.

Kanımca verimlilik, bir yandan emekçilere diğer yandan diğer üretim faktörlerine/ve maliklerine etkili bir itki/teşvik sağlamak anlamına gelir. Şu anda maddi zenginlikler yeterince bol olmadığı için ve emek hala Marx'ın düşündüğü gibi yaşamdaki birincil ihtiyaç olmaktan çok, yaşamı sürdürme aracı konumundadır. Dolayısıyla bölüşüm sisteminin onları daha fazla toplumsal zenginliğin yaratılmasına katkıda bulunmaları için emekçileri teşvik etmesi gerekiyor. Verimliliğe vurgu yapmak demek aynı zamanda, emek, sermaye, teknoloji ve yönetim gibi faktörlerin katkıları oranında bölüşüme katılmalarına izin vermek anlamına gelir.

Eğer, faktör katkısına göre bölüşümü uygulamak, faktörlerin bölüşüme katılmasını teşvik etmek, emek dışı bu faktörler tarafından sağlanan kâr, faiz ve hisse senedi kârını kabul etmek istediğimizde, bu takdirde, bir yandan bu faktörlerin sahiplerini diğer yandan emekçilerin coşkusunu bütünüyle teşvik etmeye çalışmalıyız.  Ancak böylece bir yandan insanların yeteneklerini tümüyle ortaya koymalarını diğer yandan faktörlerden yararlanmayı azamileştirebiliriz. Adalete daha fazla dikkat ederken verimliliği kurban etmememiz uygun olacaktır.

Verimlilik ve adaletin sağlandığı sağlıklı bir döngü sisteminin oluşturulması

A. Bir yandan üretici güçlerin geliştirilmesi artı üretici güçlerin özgürleştirilmesi hedefi, diğer yandan ortaklaşa refaha ulaşma hedefi organik bir biçimde birleştirilmedir.

Sosyalizmin özü, verimlilik ve adaletin (eşitliğin) birliğidir ancak kanımca bu birlik bugün tehlike altındadır. Son yıllarda verimliliğe ya da "üretici güçlerin geliştirilmesi ve özgürleştirilmesine" daha fazla vurgu yapılırken, buna karşılık adalete, yani "ortak refahın gerçekleştirilmesi" hedefine daha az önem verilmektedir. Neden? Çünkü, bazıları toplumsal adalete vurgu yapmanın yeniden eski tarzda sorunlu "eşitlikçiliğe" yol açacağından kaygı duyuyorlar. Bu kaygı anlamlı olabilir, ancak son yıllarda hızla açılan gelir eşitsizliği uçurumunun kutuplaşmaya dönüşebileceğini ve ciddi toplumsal adaletsizliklerin toplumsal krizlere neden olabileceğini görmezden gelemeyiz. 

Daha Kasım 1993 gibi erken bir tarihte Deng Şiaoping bu sorunun farkına varmış ve şu ifadeleri kullanmıştı: "1.2 milyar insanın zenginleşmesini ve refahını nasıl sağlayabiliriz, ardından zenginliği nasıl bölüştüreceğiz, kanımca bu sorunlar ekonomiyi nasıl geliştireceğimizden daha zor sorunlar olarak karşımıza çıkacaktır."  " Adaletsiz bölüşüm toplumsal kutuplaşmaya neden olur. Bu problem kaçınılmazdır ancak bunu çözmemiz gerekiyor. Geçmişte önce zenginleşmeye vurgu yapmıştık, şimdi ise zenginleşmeden sonraki problemlerin hiç de az olmadığını görebiliyoruz."10

Kanımca yukarıdaki bu düşünceler, Deng Şiaoping'in "kalkınma/gelişme en önemli sorundur" düşüncesini tamamlayan ve bütünleyen önemli düşüncelerdir. Kalkınma/gelişme mutlak bir zorunluluktur, tabii ki adalet de öyledir. Kanımca, sadece ve sadece ekonomik gelişmeyi adil bölüşüm ile birleştirerek, hızlı, istikrarlı ve uyumlu bir ekonomik büyüme gerçekleştirebiliriz. Şüphesiz halk geçmişte sorunlu "eşitlikçilikten" rahatsızdı, fakat bugün yalnızca toplumdaki bir avuç insan herkesin yaptığı işe bakılmaksızın eşit pay aldığı o eski sisteme dönmek istemektedir. Bugün, pazar ekonomisi düşüncesi ve onun işleyiş mekanizması halktan geniş destek almakta, dürüst emek ve meşru faaliyetler sonucu elde edilen zenginleşmeyi ve ortaya çıkan gelir farklılıklarını genellikle meşru kabul etmektedir. Halkın şikayetlerin çoğalmasının nedeni, bugün toplumda hukuk sistemindeki boşluklar ve uygunsuz politikaların neden olduğu haksız gelirler, kara para elde etme, yasadışı gelirler ve makul olmayan zenginliklerin ortaya çıkmış olmasıdır. İnsanlar yasal ve dürüst yollarla kazanılan yüksek gelirlerin düzenlenmesini değil, aksine yukarıdaki bu adaletsizlik olgularının düzeltilmesini, yeniden bölüşüm aracılığıyla (ikincil bölüşüm yoluyla) zengin-yoksul arasındaki açığın uygun bir biçimde kapatılmasını istemektedir.  İnsanlarımız, bugün "eşitlikçilikten" değil, gelecekte ortaya çıkabilecek kutuplaşma ve toplumsal krizlerden kaygı duymaktadır. Eğer, hukuk sisteminin yeterince sağlıklı ve tam olmadığı Çin gibi bir ülkede pazar ekonomisini geliştirirken sosyalizmi ve ortaklaşa refaha ulaşma hedefini terk edersek, ulaşacağımız sonuç otokratik bir sistem ve kutuplaşmış bir pazar ekonomisi olacaktır. Deng Şiaoping kutuplaşmanın reformları başarısızlığa uğratabileceği konusundaki uyarısı çok yerindedir. Peki kutuplaşma nasıl önlenebilir? Bu soruya yanıt verirken, her şeyden önce sosyalizmin özünü iyice anlamamız, üretici güçlerin geliştirilmesi artı özgürleştirilmesi ile aynı zamanda ortaklaşa refaha ulaşma hedefine ulaşma çabasını birleştirmemiz gerekiyor. Kanımca 2002 yılındaki 16. Kongre'den bu yana Partinin adalete çok daha fazla dikkat gösterilmesi gerektiğini sık sık vurgulamasını böyle yorumlayabiliriz.

B. Adım adım bir dönüşüm gerçekleştirerek "verimliliği öncelik vermeli, aynı zamanda adaleti gözetmeliyiz" anlayışından "verimlilik ve adalete eşit vurgu yapmalıyız" şeklindeki doğru anlayışına geçmeliyiz.

Günümüzde "adalete daha fazla dikkat gösterilmesi" politikası konusunda bazı farklı görüşler savunulmaktadır. Bu insanlar genellikle "verimliliği öncelik vermeli, aynı zamanda adaleti gözetmeliyiz" anlayışını hala sürdürmemiz gerektiğini düşünmektedirler. Kanımca bu görüşü oldukça tartışmalıdır. Oysa "verimliliği öncelik vermeli, aynı zamanda adaleti gözetmeliyiz" anlayışı belirli koşullarda bir pazar ekonomisinin oluşumunu teşvik etmek, verimliliği ve ekonomik gelişmeyi güçlendirmek, etkili bir çözüm sunmamış olan geleneksel sorunlu "eşitlikçi" sistemin düzeltilmesi amacıyla ortaya atılmıştı. Bugün ise ülkede pazar ekonomisi sistemi esas olarak inşa edilmiş durumdadır. Kurulan sistem henüz tam ve mükemmel olmasa da pazar mekanizması ekonomide temel ve belirleyici bir rolü oynamaktadır. Böylesi bir bağlamda verimliliğe öncelik vermek düşüncesini iyi bir biçimde tartışmak gerekmektedir. Bazıları verimliliğe öncelik vermenin, daima çelişkinin birincil ve asli yanını oluşturduğunu, çünkü üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkide/ilişkide üretici güçler en dinamik ve asli faktör olduğunu ileri sürmektedirler.  Üretici güçlerin toplumsal gelişmenin ilerletilmesinde belirleyici ve asli bir rol oynadığını ileri sürmektedirler. Bu görüşe göre ortaklaşa refaha ve toplumsal adalete ulaşmada maddi temeli yaratabilmenin yegane ve tek yolu üretici güçleri geliştirmek ve verimliliği arttırmak olacaktır.

Bu görüş, bütünüyle haklıdır ancak üretici güçlerin bu belirleyici rolü, sadece bu çelişkinin devinimi içinde etkisini gösterebilir, diğer deyişle, çelişmenin diğer yanı, yani üretim ilişkileri olmaksızın ve çelişkinin devinimi olmaksızın, üretici güçler bu rolü   yerine getiremeyecektir. Dolayısıyla pratikte üretici güçler ile üretim ilişkileri, birbirinin ön gerekliliği ve varlık koşulu konumundadırlar. Verimlilik ve adalet ilişkisini/çelişkisini de aynen böyle düşünebiliriz. Belirli bir dönemde belirli bir eğilimi düzeltmek, için çelişmenin bir yanına öncelik tanımak sorun oluşturmaz veya suçlanamaz ancak bu önceliği uzun bir zaman boyunca sürdürmek ya da sürekli hale getirmek doğru olmayacaktır. Olgun bir pazar ekonomisine sahip gelişkin kapitalist ülkeler bile "verimliliğe öncelik vermeyi" bir temel anayasa ilkesi gibi mutlaklaştırmamaktadırlar.

Tam tersine, bu ülkeler dahi verimlilik ile adalet arasındaki çelişkiyi yumuşatmak için toplumsal adaleti güvenceye alan çeşitli tedbirler alıyor, gelir uçurumunu azaltmaya çalışıyorlar. Gini katsayısını makul sınır olan 0.3-0.4 arasında tutmaya çalışıyorlar. Gini katsayısı İngiltere, Fransa, Almanya, Kanada'da vb. 0.25 ile 0.3 arasındadır, hatta Norveç, İsveç, Finlandiya'da ise daha da düşüktür. Kamu yararına dönük büyük harcamalarının ekonomik verimlilik üzerinde büyük bir yük olduğu kabul edilse bile, bu ülkeler ekonomik rekabet ve verimlilikte dünyanın en güçlüleri arasındadırlar. Bu ülkelerin deneyimleri de "verimliliği öncelik vermeli, aynı zamanda adaleti gözetmeliyiz" yaklaşımını ebedi bir bölüşüm ilkesi olarak düşünmememiz gerektiğini kanıtlamaktadır.

Diğer başkaları da Çin'in bugünkü temel görevinin "pastayı daha da büyütmeye devam etmek" olduğunu, dolayısıyla devletin ancak ekonomik kalkınmanın geliştirilmesinin ön koşulu ile hareket ederek gelir eşitsizliğini ancak ılımlı bir ölçüde daraltabileceğini savunuyorlar. Yukarıda söz ettiğimiz Tayvan ve Japonya'nın hızlı ekonomik kalkınma dönemlerinde 0.3'luk Gini katsayısını sürdürdüğünü unutmamalıyız, bu örnekler "pastayı daha büyütme" ile adil bölüşümün gerçekleştirilmesinin bütünüyle birbirleriyle çelişmediğini bize anlatmaktadır. Dahası adil bölüşüm, "pastayı daha da büyütmenin" zorunlu bir koşuludur ve bu ikisi arasında bir kazan-kazan çözümü pekala uygulanabilir.

Çin, yirmi beş yıllık reform sürecinde üretici güçlerin giderek geliştirilmesini büyük ekonomik birikimler yaratılmasını ve verimlilik sorununda oldukça önemli başarılar kazanılmasına tanık olmuştur. Ancak bugün toplumsal adalet sorunu, giderek öne çıkan bir sorun haline gelerek, adalete daha fazla dikkat göstermemizi, "verimliliğe öncelik vermeli, aynı zamanda adaleti gözetmeliyiz"11 ilkesini yavaş yavaş değiştirmeyi bunun yerine "verimlilik ile adalete eş vurgu yapılmasına" geçişin sağlanmasını gerektiriyor. Bugün ülke adaletle ilgili sorunu çözmek ve bu dönüşümü gerçekleştirmek için gerekli şartlara yeterince sahiptir. Kanımca kutuplaşma ortaya çıktıktan sonra eyleme geçmeyi beklemememiz gerekiyor; tam tersine bu sorunla bugünden başlayarak aktif bir biçimde mücadele etmeliyiz.

C. Adaletsiz bölüşüm sorununu birincil bölüşüm düzeyinde çözmeye odaklanmak gereği

Şu anda Çin'deki gelir bölüşümü konusundaki ana akım görüş şudur: Birincil bölüşüm verimliliği göz önünde tutmalıdır, ve bu verimliliği pazar mekanizması zaten düzenlemektedir, bu görüşün uzantısı: İkincil bölüşüm ise toplumsal adaleti güvence altına almalıdır, hükümet de ikincil bölüşümü düzenlemelidir. Kanımca bu yaklaşım bir yandan temel toplumsal ilişkilerde önemli değişiklikler yaşamış olan bugünkü Çin gerçekliğine, diğer yandan ülkedeki bugünkü gelir bölüşümünün temel gerçeğiyle uyumlu değildir. Reform ve dışa açılmadan bu yana ülkemizdeki temel toplumsal ilişkiler önemli dönüşümlerden geçmiştir. Toplumsal ilişkilerdeki bu değişimlerden en önemlilerinden biri  sanayi ilişkilerinin (işçi-işveren)  ortaya çıkmış olmasıdır.

1978'de ülkede 401.5 milyon işçi çalışmaktaydı. Dağılım şöyleydi: 283.2 milyon, birincil sanayide, ikincil sanayide 69.5 milyon, üçüncül sanayide (Hizmetler) 48.9 milyon. 2004'te ise çalışan sayısı 752 milyona çıkmıştır. Bunun 352.7 milyonu birincil sanayide, 169.2 milyonu ikincil sanayide ve 231 milyon ya da %30.6'si üçüncül sanayide (hizmet sektöründe) çalışmaktaydı12.

İstatistiklere göre ikincil sanayilerde ve hizmet sektöründe çalışanlar, çalışanların ana gövdesini oluşturuyorlar ve sanayi ilişkilerinde (işçi-işveren ilişkilerinde) Çin bu eşit önem verme tutumunu hem birincil bölüşümde hem de ikincil bölüşümde uygulamak gerekmektedir. Birincil bölüşüm, temel ve asli bölüşüm ilişkisidir ve asıl, temel adaletsizlik bu düzlemde söz konusu olmaktadır, bu nedenle sonradan hükümet düzenlemesi sürecinde düzeltilmesi çok zordur. Sanayi ilişkileri ekonomisi pazar ekonomisi ile işleyen tüm sosyalist ve kapitalist ülkelerde temel bir toplumsal ilişkidir.

Kanımca yalnızca, birincil bölüşüm düzlemindeki düzenlemelere odaklanarak, diğer deyişle sermayenin kazancı ile emeğin kazancı arasındaki ilişkileri dengeleyerek, bu genel toplumsal çıkar örüntüsünü dengeleyebilir ve toplumsal istikrarı koruyabiliriz. Çin'in son yıllardaki durumunu incelediğimizde giderek genişleyen gelir uçurumunun asıl nedeninin, birincil bölüşümdeki adaletsiz bölüşüm olduğunu görebiliriz. Dolayısıyla "birincil bölüşümde verimliliğe, ikincil bölüşümde ise adalete vurgu yapma" biçimindeki zamanı geçmiş düşünce tarzını değiştirmek ve hem birincil hem de ikincil bölüşüm düzleminde verimliliğe ve adalete eşit vurgu yapmamız gerekiyor.

Farklı toplumsal gruplar arasında bölüşümle ilgili hak ve çıkarları düzenlemede ve dengelemede birincil bölüşüm düzleminde pazar mekanizmasının rolünden yararlanmak gereklidir: Kanımca bu noktada bir yandan sosyalist pazar ekonomisinin avantajından tam olarak yararlanmak diğer yandan birincil bölüşümün kusurlarını ise hükümetin makroekonomik kontrol mekanizmaları ile ele alıp düzeltmemiz gerekmektedir. Ancak bu yolla mikro ekonomik düzlemde (işyerlerinde) verimlilik ile adaletin doğru birliğini güvence altına alabiliriz.

Birincisi, bu amaca ulaşılmak için, işletmeler ve sanayilerde eşit rekabeti teşvik etmek gerekmektedir. Bu bakımından tekelci konumdaki işletmeler ve tekelci sanayilerde pazar rekabeti mekanizmasını güçlendirmek tekelciliği ortadan kaldırmak ve onların kâr marjlarını daha eşit kılmamız gerekiyor.

Tekelci konumları korunması gereken işletmeler ve sanayilerle ilgili yeni bir uygulama başlatılmalıdır. Bunların gelir bölüşüm planları, maaş vb. ödeme standartları, ürettikleri ürünlerin fiyatları devlet denetim ve gözetim bölümleri tarafından gözden geçirilmeli ve kontrol edilmelidir. Böylece bu şirketlerdeki yasal olarak bütün yurttaşların hak sahibi oldukları kârların küçük gruplar ve bazı bireylerin ceplerine inmesinin önüne geçilmelidir. Tekelci konumdan gelen yüksek kârların bütün halkın sahibi olacağı toplumsal kâra dönüştürülmesi için gerekli mekanizmalar etkin bir biçimde yaratılmalıdır.

İkincisi, devletin sahip olduğu işletmelerdeki reform çalışmalarını ve bunların yürütülüş biçimlerini yeniden düzenlemek gerekiyor. Maalesef devlet mülkiyetindeki işletmelerde mülkiyet hakkı veya kamu mülkiyetinin gerçekleşme biçimi reformu adı altında devlet mülkiyetindeki varlıklar küçük grupların ya da bazı bireylerin eline geçmektedir. Reform çalışmalarını ve bunların yürütülüş biçimlerini yeniden düzenleme çalışmalarımız bu sorunu çözmelidir.

Üçüncüsü, Milli Gelir içinde payı itibariyle ya da bölüşüm oranında emeğin aldığı payın yüzdesini artırmamız gerekiyor. Batıdaki gelişkin ve olgun pazar ekonomilerindeki emeğin aldığı bölüşüm oranları, esas olarak %54-%65 arasında bir yerdedir. Çin'de ise bu oran 2001'de sadece %51.5 idi.

Dördüncüsü, saat başına emek maliyeti başına karşılık gelen refah harcaması miktarı yükseltilmelidir. Çin anakarasında işçiler hem düşük ücret alıyor, hem de düşük refah harcamasına layık görülüyorlar. Çin anakarasındaki emek maliyetini 1.0 olarak ele alırsak, Hong Kong'daki emek maliyetini 4.6 kat, Hindistan'da 2.5, Güney Afrika'dan 3.4, Japonya'da 2.9 kat ve ABD'de 2.6'dır. Düşük emek maliyeti kısa vadede Çin'in rekabet gücünü artırmasına karşın, uzun vadede toplumsal adaleti büyük ölçüde zedelemektedir.

D. Bir yandan etkin bir mali mekanizma, diğer yandan etkili bir vergi sistemi kurulmalıdır.

Vergi sistemi ve vergi yasalarındaki eksiklik ve boşluklar, mevcut gelir farklarının azaltılamamasının önemli nedenlerinden biri durumundadır. Adalet ile verimliliği içeren sağlıklı bir döngüye dayalı bir toplumsal gelişme mekanizması inşa edilebilmesi için etkin bir mali mekanizma ve etkili bir vergi sistemi oluşturmak gereklidir. Ülke koşulları temelinde şu alanlarda reform çalışmalarının yoğunlaştırılması gereklidir:

Birincisi, ekonomik gelişme yönelimli mali işleyişten, kamusal hizmet yönelimli mali işleyişe geçilmelidir.

Mali işlevleri ve işleyişi güçlendirme çabası, halkın toplumsal refah düzeyini artırma ile doğrudan ilintili önemli bir reformdur. Bu reformun kırsal ekonomi ile ve şehir ekonomisinin koordineli gelişmesini sağlaması, halkın toplumsal refah düzeyini artırması ve toplumsal adaleti gerçekleşmesine katkıda bulunması beklenmektedir.

Kamu hizmetlerinden yararlananlar çoğunlukla az gelişmiş bölgeler ve düşük gelirli yurttaşlardır. Dolayısıyla bu kesimlere yönelik transfer ödemelerinin artışı, onlara dönük toplumsal güvenlik sisteminin geliştirilmesi, kamu maliyesi uygulamalarının kırsal alanlara doğru yaygınlaştırılması büyük önem taşımaktadır. Bu adımlar yoksul bölgeler ve düşük gelir grupları için toplumsal faaliyetlere eşit bir biçimde katılmak bakımından fırsatlar sağlayacaktır.

Merkezdeki mali otorite, yerel hükümetlerin transfer ödemelerini artırmalarına yardımcı olmalı, topladığı vergilerden yerel hükümetlere daha fazla pay ayırmalı onlara mali destekleri arttırmalıdır. Bunun anlamı geri bölgelerdeki ekonomik gelişmenin teşvik edilmesi ve bölgeler arasındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması olacaktır.

Hem merkezi hem de yerel finans yönetimi el birliği ile şehirler ve kırsal alanlar arasında sağlıklı bir gelir bölüşümü ve transfer sosyal destek mekanizması oluşturmaya çalışmalıdır. Şehirlerdeki yüksek gelirler kırsal alanlara aktarılmalı, böylelikle aradaki büyük gelir uçurumu azaltılmalıdır. Mali yönetimden sorumlu tüm kademeler, mali harcamalar içinde toplumsal güvenliğe ayrılan yüzdeleri, emeklilik, toplumsal refah ve yardımlaşma paylarını, var olan toplumsal güvenlik sistemini olabildiğince çabuk iyileştirmelidirler. Sakat ve özürlü insanların yanı sıra düşük gelirli ya da geliri olmayan insanların geçimini güvence altına almalıdırlar.

İkincisi, vergi reformunun etkili bir biçimde yürütülmesi ve kişisel gelir vergisi sisteminin geliştirilmesi.

İyi bir kişisel gelir vergisi sisteminin aşırı yüksek gelirleri düzenleyip yoksulluğun azaltılmasına yardımcı olması beklenmektedir. Ancak uzun yıllardır Çin'deki yasal sistemin boşlukları nedeniyle esas vergi veren kesim çalışan düşük gelir gruplarıdır. Öte yandan yüksek gelir gruplarının kişisel gelir vergisi ödemekten kaçmak/azaltmak için çeşitli yollara başvurmaları yaygın görülen bir durumdur. Bu durumda kişisel gelir vergisi sistemi, yoksulun soyulduğu ve zengine yardımcı olunan bir sisteme dönüşmüştür. Bugünkü koşullarda bu gerçekleri görerek kişisel gelir vergisi sistemi reformunu hızlandırmamız gerekiyor.

Birincisi, yeni vergi türleri koymak gerekiyor. Yüksek gelir grupları üzerinde düzenleyici bir rol oynayabilmek ve gelir eşitsizliklerini makul bir düzeye indirmek için gayrimenkul vergisi, miras vergisi, hediye ve armağan vergisi, toplumsal güvenlik vergisi, vb. türünden yeni vergiler gereklidir. Söz gelimi miras vergisi birçok batılı ülkede gelir bölüşümünün düzenlenmesinde önemli bir araç olarak ele alınmaktadır.

Çin'de 1 milyon Yuandan daha fazla emlak ve gayrimenkulü olan 10 milyon hane olduğu tahmin ediliyor. Kanımca bu sayı, miras vergisi ve hediye vergisinin konması için sağlam bir temel oluşturmaktadır. Ne var ki, bugün ülkede ne miras, hediye ve kişisel mülk transferiyle ilgili yasalar ne de bir miras ve hediye vergisi koymak için önkoşul olan kişisel mülkiyetin kayıtlı olması ve bildirilmesiyle ilgili bir sistem bulunuyor.

İkincisi, vergi oranlarının ve eşiğinin yükseltilmesi, düşük ve orta gelirli grupların refah seviyesinin artırılması gerekiyor.

Üçüncüsü, lüks mallardaki vergi oranları yükseltilmeli, makul yeni vergi oranları koyulmalı ve yüksek gelirli bireylerin gelirlerini düzenlemek için sıkı bir idari sistem ve yapı oluşturmalıyız. Daha önceki bölümlerde açıkladığımız gibi merkezi hükümet son yıllarda bu konularda bir dizi ciddi tedbir almış ve ilk başarılar elde edilmeye başlanmıştır.

E. Düşük Gelir Gruplarına Yönelik Eğitim Fırsatlarının Arttırılması

Ülkedeki gelir eşitsizlikleri temel olarak fırsat eşitsizliklerinden kaynaklanmaktadır. Fırsat eşitsizlikleri ise temelde eşit olmayan eğitim fırsatlarından kaynaklanmaktadır. Bugünlerde aralarında kırsal alandan gelen göçmen işçilerin ve şehirli işsizlerin de bulunduğu toplumdaki düşük gelir grubu, ülkede eğitim seviyesi en düşük gruptur. Eğitimde eşit olmayan fırsatlarla ilgili birçok sorundan söz edebilirim: Zorunlu eğitimin bir parçası olan 9 yıllık zorunlu eğitim kırsal alanlarda tam olarak yaygınlaştırılamamıştır, okul masrafları hala çiftçilerin üzerinde büyük yük konumundadır, okuma yazma bilmeyenlerin oranı düşmüş olsa da hâlâ bir soru. Yüksek eğitim bakımından, baktığımda farklı bölgelerde kayıt puanları sistemi farklı olduğundan dolayı yüksek öğrenime girme konusunda farklı bölgelerin durumu hala eşit değil. Ailelerin ekonomik koşullarındaki farklar nedeniyle zengin öğrenciler üniversitelere yoksullardan çok daha fazla girebiliyorlar. Üniversiteler arasında eğitim kaynaklarının paylaşımındaki farklılıklar nedeniyle, birbirleriyle rekabet eden üniversiteler arasından rekabet eşit değildir. Her bir üniversite yarışa farklı başlangıç çizgisinden başlıyor.

Eşitsiz eğitim fırsatları bugünkü en önemli eşitsizlik durumundadır ve bu gelecekte daha ciddi toplumsal eşitsizliklerin kaynağı olacaktır. Adaletsiz bölüşüm sorununu çözmek için temel bir görev olarak eşit eğitim fırsatlarının yaratılması için çalışmamız gerekir. Dünyadaki ortalama düzey olan toplam GSMH'nın %5'inden çok daha düşük olan eğitim bütçesini bugünkü durumundan kurtarıp düşük gelir gruplarına öncelik verecek bir biçimde eğitim harcamalarını artırmamız gerekiyor. Komünist Partisi, 2010 yılında kamu eğitim harcamalarının toplam GSMH'nın %4'üne ulaştırılmasının gerektiğine dikkat çekmişti. Kanımca bunun da ötesinde bütün çocukları 9 yıllık zorunlu eğitimden geçirmek, az gelişmiş bölgelerdeki çocukları ve yoksul aileleri yüksek eğitimden yararlanabilecekleri fırsatlara daha fazla ulaşabilecek bir konuma getirerek, zorunlu eğitim sistemi ile yüksek eğitim sistemindeki reformu sürdürerek eğitim sistemini geliştirmeliyiz.

Adalet ile verimlilik arasındaki çelişki sadece bir ekonomik sorun değildir, aynı zamanda bütün toplumun istikrarı ve gelişmesiyle ilgili bir sorun olduğu açıkça ortaya konulmalıdır. Bugün toplumdaki adil bölüşüm sorunu toplumda değişik kitlesel protestolar biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu sorunu hiçbir zaman hafife almamak gerekiyor. Tam tersine, "gelişmede bilimsel bakış açısı" görüşünü kılavuz alarak ve uyumlu bir sosyalist toplum yaratma hedefiyle adalet ile verimlilik arasındaki ilişkileri doğru biçimde kavramamız, ikisi arasındaki uyumlu bir döngüyü yaratacak bir toplumsal gelişme mekanizması inşa etmemiz gerekiyor. Böylece toplumsal huzursuzlukları önleyebilir, 1990'larda Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi ekonomimiz ve ülke kaynaklarımız üzerindeki kontrol gücümüzü yitirmeden Çin'in hızlı ve sağlıklı gelişmesini sağlayabiliriz.

  1. Halkın Günlüğü, 16 Aralık 2002. []
  2. Jin Yan, Qin Hui, Büyük Değişimlerin On Yılı: Doğu Avrupa Ülkelerinde Düşüncenin Ekonomik ve Sosyal Dönüşüm ve Değişimleri, Şanghay Sanlian Kitabevi, 2004, s. 211. []
  3. Ç.N. Muhtemelen burada çalışanlar aynı zamanda maddi üretim faktörlerinin veya şirket sermayesinin sahipleridir. []
  4. Ç.N.: Çin'de toprakta özel mülkiyet yoktur ve tüm topraklar genellikle müteahhit tarzında rol alan köylü aileleri tarafından köy kooperatiflerinin ve belediyelerin sunduğu çeşitli hizmet desteği katkıları ile yürütülmektedir []
  5. Ç.N.: Burada, verimliliğe belirli düzeyde bir vurgu söz konusudur []
  6. Bkz. 1871 Alman Anayasası. []
  7. Ç.N.: kentlere akması []
  8. Halkın Günlüğü, 11 Eylül 2006 [] []
  9. Halkın Günlüğü, 25 Aralık 2006 []
  10. Deng Şiaoping, Deng Xiaoping'in Seçilmiş Eserleri, III. Cilt, Halk Yayınevi, 1993, s. 117. []
  11. Ç.N.: adaleti göz ardı etmemeliyiz demekle birlikte verimliliğe öncelik veren bir yaklaşım []
  12. Halkın Günlüğü, 13 Ocak 2006. []

Yorum Bırakınız

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir